Bayram sabahı seherde kalktı. Bu yeni ev yeni oda ona yabancıydı. Tebdili mekânda ferahlık var derler içi de öyle ferahtı ki. Baba ocağında uyanmanın huzuru içinde kafası dingindi. Dün babasının aldığı bayramlığını giydi. Kendi kendine gülümsedi. Ama babasının hakkı vardı ne kendi çocukluğunu bilmiş ne de babasının gözü önünde büyümüştü. Salona çıkıp babasını bekledi Hüseyin abdestini alıp gelince birlikte bayram namazına gittiler.

Babası yönünü eski mahallerine çevirdi. Mehmet bu durumdan oldukça memnundu. Selim amcayı, Muhsin Hocayı eski komşularını arkadaşlarını görecekti.

Namazlarını kılıp camiden çıkarken herkesle bayramlaştılar. Onu gören eski komşular sırtını sıvazlayıp bir iki hoş beş ettiler. Selim Amcası öyle bir sarıldı ki kemikleri kırılacak sanmıştı.

“Mehmedimiz hoş geldin. Sen bizim gurumuzsun” diye diye elini sıkmış yaşaran gözlerini arada kaçırmıştı.

Bunca sevgi gösterisi, bunca samimiyet Mehmet’in yalnız geçirdiği bayramların acısını alıp götürmüştü. Selim Bey ile vedalaşıp eve doğru yürüdüler.

Gülcan’ın ise evde hazırlığı bitmişti. Siyah kloş eteğinin üzerine yakası dantel güpürlü krem gömleğini giydi. Başına yeni oyaladığı siyah kenarları gülkurusu çiçekli yazmasını örtü. Çayı yeniden ısıtıp sofrayı hazır etti.

Evin erkekleri gelince içeriye buyur etti. Kahvaltılarını yaptılar, sofrayı kaldırınca Gülcan Hüseyin’in elini öptü. Hüseyin gülümsemesiyle karşılık verip “seninde bayramın mübarek olsun Hanım” deyince yine o eski Gülcan oldu. İçinde gömdüğü duyguları yeninden esir aldı. Hüseyin’in gözünde dün geceden sonra artık eski Gülcan’dı. Mehmet ikisinin de elini öpünce aile saadeti yeniden yaşandı o evde.

Öğleye kadar evde durdular. Kapılarının zili hiç susmadı. Mahallenin çocukları şeker topladı, gençleri büyüklere hürmeten bayramlaşmaya geldi. Bayram bayram gibi geçiyordu. Kolonyasıyla, şekeriyle, baklavasıyla, gülen kahkaha atan iki lafın belini kıran dostlarla şeker bayramı şeker tadı bırakıp geçiyordu.

Mehmet bayramın ikinci günü babasına Osman’ı sordu.

“Osman nerelerde baba? Gelmişken onu da bir göreyim.”

Babasını yüzünün aldığı ifadeyi görünce duyacaklarına hazırladı kendini. Düğününe bile gitmemişti. Belli ki kopuştu bağları. Hüseyin sesiyle sıyrıldı düşüncelerden.

“Oğlum… Osman askere gitti…”

Bir nefes aldı Mehmet. O da neler düşünmüştü. İyi de babası neden sıkıntılıydı?

“Ne zaman dönecek biliyor musun baba?” diye sordu.

“Dönmeyecek” dedi Hüseyin.

“Nasıl? Neden dönmeyecek?”

“Osman şehit oldu oğlum. 6 ay önce haberi geldi. Mayına basmış.”

Mehmet ne diyeceğini bilemedi. Gün geçmiyordu ki acı bir haber almasın. Kendi hayırsızlığına kızdı. Yitip giden yaşamlarda ne çok yaşanmamışlık bırakmıştı. Sanki kader bütün kötü olayları Mehmet için kurgulamış, Mehmet’in üzerine oynuyordu. 

Osman daha bir yıl olmuştu evleneli. Evlenir evlenmez askere gitmiş demek. Esra karşılıksız aşkı, Osman’ın yavuklusu şimdi dul kalmıştı. Osman daha sevdiğine sarılmaya doyamadan toprağa sarılmıştı.  Kim bilir Esra şimdi ne haldeydi?

Babasına bir şey söylemeden kendini dışarıya attı. Öyle amaçsız yürümeye başladı. Hamam Dağına gitti. Dönüp çarşıya doğru yürümeye başladı. Hamam çayının orada biraz durup soğuk havayı ciğerlerine çekti. Genzi yanıyordu. Gözbebekleri acıyordu. Dümdüz upuzun yolu tekrar yürümeye başladı. Rüzgâra karşı, rüzgârla birlikte yürüdü. Durduğunda Osman’ın cumbalı Osmanlı evlerinin önünde durdu. Bu evden ayrılışını, babasının duvarın önünde bekleyişini, Cennet Ananın arkasında döktüğü suyu gördü. Burnuna tarhana çorbasının kukusu çalındı.  Engel olamadığı yaşlar yanaklarını ıslatınca geri döndü. Ilgın Kütüphanesinin bahçesine girip, çimenliğe oturdu.

 

Bayramın son günü Akşehir’e Akif’in yanına gitti. Sultan Anasının, Anneannenin elini öptü. Sultan Ananın yemeklerinden yedi. Öğleden sonra odun ateşinde çay demlendi. Havanın soğuğuna aldırmadan bahçede oturup,  sıcacık çayla, sıcacık sohbetleriyle gönüllerini ısıttılar.  Akşama doğru Ilgına geri döndü.

Ilgın da kaldığı zamanda bütün tanıdıklarını ziyaret etti. Ali’nin evine gitti. Selim Amcasına Müşerref teyzesine gitti. Mahallede yan komşuları, Halime Halanın vefat ettiği duyunca ona ve bütün kaybettiklerine bir Fatiha okudu. Halime Hala mahallenin halasıydı. Kendi çocuğu olmadığından mıdır nedir? O çocukları çok sever, çocuklarda ona bayılırlardı. Bütün mahalle çocuklarının eline bir yumurta verip evine gönderirdi.

 

Ve yine oradaydı işte. Osman’ın evinin önünde… Bu üçüncü gelişiydi içeriye bir türlü girememişti. Tam dönüp gidecekken, tahta kapının gıcırtısını duyunca kafasını kaldırıp o tarafa baktı. Cennet Hanım kapı aralığında göründü. Yavaş yavaş merdivenleri çıktı kapıda durdu.

“Ana ben…” dedi. Boğazı tıkandı. Sesi çıkmadı. Başını öne eğdi.

Cennet Ana halinden anlamıştı. Anlayışla bakan nemli gözleriyle okşadı Mehmet’i;

“Bu eve gelmek zor gelir bilirim. Gel içeri oğlum.”

Mehmet içeriye girdi. Sofadan sağdaki odaya açılan kapıya yöneldi. Arkadan gelen Cennet Hanım eliyle içeriyi gösterince girdi. Cennet Hanımın elini öptü. Başsağlığı diledi. Kenarda duran sedirin ucuna ilişti. Televizyonun üzerinde duran fotoğrafa takılınca gözü, göğsü sıkıştı. Saçını sakalını bıyığını kestirmiş, arkasında Türk Bayrağı, dimdik durmuş sanki Vatan bana emanet demişti. O resimde kalan son gülüşüyle öylece başköşede durmuş ailesini izliyordu Osman. İçeriye Esra girince ona döndü. Hoş geldin deyip kucağında bebeğini Cennet Hanıma verdi. Tekrar çıktı. Okul yıllarındaki o güzel kızdan eser yoktu. Kilo almış, kendini iyice salmış, Mehmet yolda görse tanımazdı. Cennet ana;

“Osmanım giderken yetimini bize emanet etti. Doğduğunu bile göremedi.” dedi.

Mehmet bebeğe baktı. Osman’a benziyordu.  Kendi bebeği de doğsaydı acaba kendine mi benzeyecekti? Aysel Esra gibi kendini bırakacak mıydı? Burada yapabileceği bir şey yoktu. Cennet Anasının ellerinden öptü, Esra’nın getirdiği çayı yarısında bıraktı. Helalliğini alıp çıktı.

İçinde hem hafiflik hem de taşıyamadığı büyük bir ağırlıkla düştü yollara. Ilgın’la tanıdıklarıyla vedalaştı. Her gördüğünden, her selamın ardından helallik istedi. Gidip de dönmemek vardı.

Otobüs Karatay garajına girince nefes almaya çalıştı. İçine çektiği nefes onu rahatlatmak yerine midesini bulandırınca ininceye kadar dişini sıktı.  Bu durumda olan sadece kendisi değildi. Tıklım tıklım dolu otobüs durunca insanlar inmek için itişip kalkmaya başladı. Son kişide inince Mehmet ayaklandı, muavinden sırt çantasını alıp kendini dışarıya attı. Kalabalığı yararak hızlı adımlarlar yürüdü.  Karatay garajının çıkışına zar zor kendini atıp arkasındaki kalabalığa baktı. Tatil dönüşü herkes bir yerlere yetişme telaşındaydı. Çantasını omzuna aldı tam dönerken birine çarptı. Düşen çantasını eğilip aldı. Kafasını kaldırdığında sanki biri ona elektrik vermişçesine titredi. Bedenini bir korku sardı. Ayakları ağırlaştı, görüşü bozuldu. Henüz bu karşılamaya hazırlamamıştı kendini. Neden bu kadar korktuğunu kendine açıklayamadı. Ona bir şey söylememişti. Ama yüzündeki galibiyetin sebebi neydi?

Abdül Baki yanında genç bir oğlanla karşısında sırıtıyordu. Gözlerinde avını yakalamış avcının coşkusu vardı…