“Selamün aleyküm Mehmet. Şu tesadüfe bak. Bende ne zamandır seni görmek istiyordum” dedi Abdül Baki.
Mehmet kendini toparlayabilmek için çaba sarf etti. İçindeki korkunun sesine yansımaması için dualar etti.
“Aleyküm selam Hocam. Ben memleketteydim. Uğrayamadım yanınıza.”
“Özlettin ama kendini. Bak İsmail Hoca da merak etti. Görüşe geleceğini söyledim ona. Nasıl mutlu oldu. Eski talebem beni unutmamış diye yüzünde güller açtı. Hakikatten senin memleket neresiydi Mehmet?”
Mehmet ne diyeceğini şaşırdı. Ona daha önce ne dediğini düşündü bulamayınca aklına ilk geleni söyledi. İnşallah yanlış bir şey söylememişimdir diye dua etti.
“Karapınar Hocam”
“Ah tabi ya, daha önce söylenmiştin. Bendeki de kafa işte. Neyse acil işimiz vardı bizim gitmemiz gerek ama sakın bak arayı açma. Arada gel camiye. İsmail Hocanın da bolca selamı var. Bende üzerimde kaldı diye dert ettiydim. Dünya küçük işte bak karşımdasın Mehmet.”
Sesindeki tehditkâr tını Mehmet’in ürpermesine yol açtı. İsmail Hoca kendisini tanımış. Acaba tesadüf mü yoksa tuzak mı? Tek istediği buradan bir an önce uzaklaşıp sakin kafayla düşünmek Akif’le bu konuyu istişare etmekti.
“İnşallah en kısa zamanda gelirim Hocam.” Dedi ve elini sıkıp arkasına bakmadan okuluna yürüdü.
Akif’i okulda yemekhanede bulduğunda bir çırpıda her şeyi anlattı.
“ Bence mübalağa ediyorsun” dedi Akif. “Her yıl köyden kentten bir sürü insan geliyor. Karapınarlı Mehmet her yerde karşına çıkabilir. Öyle olmasa bile İsmail Hoca karıştırmış olabilir. Sonuçta adam içerde yaşlı ve hasta! Abdül Baki’nin sözlerinde de bir fenalık sezmedim ben.”
“Çünkü orada değildi. Tehdit dolu olan sözleri değil gözleriydi Akif. Yani ne bileyim beklide sen haklısın. İnşallah ben öyle görmüşümdür.”
Bak eğer istersen biraz ara verelim Mehmet. Yani şu sınavları atlatana kadar kulağımızın üstüne yatalım. O sırada ortalık durulur. Ne yapacaksak o zaman yapalım.”
“ Sorunda burada ya biz daha ne yapacağımızı bile bilmiyoruz. Ortada bir örgüt var ve biz ne kadar güçlü olduklarını bile bilmiyoruz. Dediğin gibi olsun biraz bekleyelim o sırada ne yapacağımız tekrar düşünelim.”
İçi rahatlamamıştı. Abdül Baki’nin bakışlarındaki tehdit hiçte öyle mübalağa edilecek bir şey değildi. O ne gördüğünü biliyordu. İnşallah Akif haklı çıkardı.
…
“Demek Konya Lisesine girdi.” dedi Abdül Baki. Sağ gözü seğirmeye başlayınca sakalını sıvazladı. İsmail Hocanın dediği gibi polis değildi. İyi ama liseli birinin onlarla ne alakası vardı. Kim bilir belki de gerçekten talebesiydi. Ama o zaman neden yalan söylesindi. Hasan Hüseyin’e dönüp;
“Takibe devam edin. Yalnız bulduğunuz zaman onu alıp buraya getirin. Gözünüzü dört açın” dedi.
Kendisi de İsmail Hocaya danışmak için hapishanenin yolunu tuttu. Yolda gözünün seğirmesi devam etti. Ne zaman huzursuzlansa başlardı zaten. Aklında 1967 nin yazından kalma anılar canlanınca içindeki sıkıntı yüzüne iyice yayıldı.
“O gün Abdül bakiyi gören olmamıştı. İsmail Hoca ve arkadaşı çıkınca derin bir nefes almış kendini toplayabilmek için mutfakta sandalyeye çökmüştü. Bir süre oturduktan sonra kalktı. Arkasını dönünce İsmail Hocanın orada dikildiğini gördü. Eli ayağına dolaştı dili düğüm düğüm oldu.
İsmail Hoca;
“Duyduklarını kendine saklarsın değil mi Abdül Baki?” dedi.
Abdül Baki yutkunarak başını salladı.
“Bende öyle düşündüm dedi İsmail Hoca. Arkasını dönerek topallaya topallaya gitti.
O günü öyle atlatmıştı atlatmasına da yankısı ne olacaktı onu kestiremiyordu. Şimdilik İsmail Hoca ona karşı bir şey söylememiş o yokmuş gibi davranıyordu. O da onun gözünde uzak durmaya özen gösteriyor karşısına çıkmıyordu. Camide ezanını okuyup işine bakıyordu. İsmail Hoca vaaz verirken arka saflarda oturuyor, arada bir birlikte kahvehanelere gidip kuran kursu için öğrenci topluyorlardı. İçten içe korkuyordu. Borcunu ödeyip bitirmesi için çok çalışması gerekirdi. İsmail Hocaya o gece neler duyduğuna dair hiçbir şey söylemedi. Bekli de söylese İsmail Hoca ona bu kadar şüpheli davranmazdı.
Bir gün yine temizlik için kaldığı bir akşam aşağıdan gelen gürültüyü duyunca irkildi. Başına bela almamak için rahleleri sıralamaya devam etti. Gençlerden biri ona sokulup;
“İsmail Hoca seni aşağıda bekliyor” dedi.
Abdül Baki “hayırdır inşallah” diyerek aşağıya indi. Ortalıkta kimseleri göremeyince arkasına baktı. Genç çocuk ona;
“Bodrum kattalar” dedi.
Bina üç katlıydı, üst katında sofa ve 4 odası vardı. Odalardan güney cephede olanını İsmail Hoca kullanıyordu. Yer minderleri ve bir rahle rahlenin üzerinde Kuran-ı Kerimi dururdu. Okuduğuna hiç şahit olmamıştı. Diğer üç oda öğrenciler için düzenlenmişti. Yaz günleri sofada ders yapıyorlardı. İsmail Hoca artık ders vermiyordu. Genç hocaları vardı. Abdül baki bir gün kendisinden de ders vermesini istemelerini beklemişti ama gün bir türlü gelmemişti. Giriş katında mutfak ve tuvalet kiler vardı. Birde bodrum katı vardı orasında üst kat gibi 4 oda olarak ayrılmış kışı için odun kömür koyuluyordu.
Tövbe estağfurullah diyerek bodrum katın tahta kapısı açtı. Karanlık merdivenlerden duvarlara tutunarak indi. Aşağı da onu cılız bir ışık karşıladı. Kafasını kaldırıp etrafına bakınca buz kesti. Gördüklerine inanamadı. Küçük oğlu sandalyenin üzerine oturmuş başında İsmail Hoca duruyordu.
“Gel Abdül Baki” dedi.
Abdül Baki kendini zorladı ama ayakları taş kesilmişti. Elini kaldırıp oğlunu işaret etti güçlükle;
“Onun… Onun burada ne işi var” dedi
İsmail Hoca kayıtsız bir sesle;
“Son günlerde durumunu beğenmiyorum. Bize karşı cephe alır gibisin. Şu küçücük oğlanın burada oluşunun sebebi sensin. Baksana oğluna nasıl da korkmuş Abdül Baki… Şimdi eğer söylediklerimi yaparsan oğlun anasının yanına evine gidecek. Burada olanlarda burada kalacak.”
“Ne istersen yaparım. Daha yavrucak kendini bile toparlayamadı, bırak da eve götüreyim. Hemen geri döner ne istiyorsan yaparım.”
İsmail Hoca elini kaldırdı. Bir genç gelip çocuğu kucakladığıyla götürmeye kalktı. Abdül Baki önünü kesip;
“Hocam…” diyebildi.
“Merak etme onu yukarıya çıkaracaklar. Burada olacakları görmesin diye…”
Abdül Baki bu korkunç kâbustan uyanmak için sıktı kendini. Ne yapacaklardı? Ne görmeyecekti oğlu? Ah anası nasılda telaşlanmıştır şimdi? Oğlunu kullanıp ona ne yaptıracaklardı ki? Odadan üç siluet göründü. İki kişi ortalarında 16 yaşlarında bir genci kollarından tutmuş az önce oğlunun kalktığı sandalyeye un çuvalı gibi bıraktılar. Oturan gence baktı yüzü gözü kan içinde gözünü açamıyor, kafasını bile dik tutamıyordu.
Ne olduğunu, neler olacağını anlamaya çalışan Abdül Baki, İsmail Hocanın omzuna konan eli ile irkildi. Ona dönünce kendine uzatılan bıçağı gördü.
“Bu arkadaş” diye başladı İsmail Hoca. Yüzünü buruşturdu;” Bu arkadaş bize ve davamıza karşıymış, orada burada arkamızdan konuştuğu yetmez gibi bizi bitirmeye yemin etmiş. Allah ne Kitap ne bilmeyen bu kâfir bizim kökümüzü kazıyacakmış. Keşke sadece lafta bıraksaydı ama arkadaş bizim fedaimize arkadan saldırırken yakalandı. Elimdeki bıçak bu kâfirin! Şimdi sen Abdül Baki bize sadakatini göstereceksin. Bu kâfirin cezasını kendi silahıyla verecek arkadaşı ait olduğu yere göndereceksin.”
Ait olduğu yer… İsmail Hoca “aslında herkes toprağa aittir. Zamanı gelince onun altına girecek ait olduğumuz yere gideceğiz” derdi. Yani şimdi ondan şu karşısında yarı baygın duran genci öldürmesini bekliyordu.
“Hocam ben yapamam... Bir insanın canını nasıl alırım? Hangi hakla? Allahın verdiği canı yalnız Allah alır. Hem karım çocuğum bensiz ne yapar?”
“Bu Allah için cihaddır. Bu kâfirin boynunu vurmak günah değil sevapdır. Bize inancımıza küfürler eden bu gafil bir arkadaşımız öldürmek için yola çıkmış Allahın sevgili kulu olan arkadaşımız bu tuzaktan kurtulmuştur. Kuran-ı kerimde buyurur ki;
“(Ey müminler!) sizler gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak elbirlik (savaşa) çıkın. Allah yolunda mallarınızla,canlarınızla cihad edin. Eğer bilirseniz bu, sizin için çok hayırlıdır.”(Tevbe 41)
“Abdül Baki gerekeni yap merak etme cezaevine girmeyeceksin bana güven.”
Ne savaştalardı ne de şu garip kâfirdi. Allahın kitabını kafasına göre yorumlayan bir avuç cahillerin niyeti Abdül Baki’nin elini kolunu bağlamaktı. Bu uğurda kurban kesecekler, hatta Abdül Baki’ye kestireceklerdi. Karşısında oturan gence baktı. Gözyaşları ile;
“Yapamam” diye fısıldadı.
İsmail hoca;
“Oğlunu bir daha görmek istiyorsan yapacaksın” dedi.
Oğlunun adı geçince sarsılarak derin bir nefes aldı. Taş kesen ayaklarına emir verdi. Bıçağı aldı. Gence doğru yürüdü. Ağırlığını sol ayağına verip, sağ elini geriye çekti. Gözlerini kapatıp Allah’ım affet diye bağırarak bütün gücüyle bıçağı gencin karnına sapladı. Gözü dönmüştü tam dördüncü saplamasında kendine geldi. Yanındaki fedailer Allahuekber diye bağırarak sırtına omzuna vuruyorlardı. Elinden bıçağı düştü. Eli, üstü başı kan olmuştu. Titreye titreye karanlık köşeye geçip diz çöktü. İsmail hoca başında dikildi.
“Ellerini yıka, şu temiz kıyafetleri giy, temizlen. Sonrada oğlunu al git. “
Ellerini yıkayınca üzerini değiştirince bu kandan kurtulacak mıydı? Kurtulamadı. O gece hayatının üzerine senet yapmıştı. Bu borcu ödemenin yolu yoktu. Ama korkusu ya oğlunu da isterlerse o zaman ne yapacaktı…
Cezaevinden çıktı. Sakalını sıvazlayıp evinin yolunu tuttu. Bir savaş daha başlamak üzereydi ve yine tek kişilik bir ordu vardı karşılarında.
…
İki hafta boyunca sınavların biri bitti diğeri başladı. Mehmet ve Akif bu sürede harıl harıl sınavlarına çalışıp malum konu hakkında tek laf etmediler. Havalar iyice soğumuş kış kapıya dayanmıştı. Aralık ayının başında ilk kar düştü, diz boyu kar yağdı. İki hafta boyunca kafasını dışarıya çıkaramamışlardı. Bu güzel Cumartesi gününde diğer öğrenciler dışarıda kartopu oynuyor kardan adam yapıyorlardı. Mehmet sıkıldı. Akif’i aradı mescide indiğini öğrenince nasılsa hemen dönerim diye bir şey söylemeden çıktı.
Alaadine doğru yürümeye başladı. Kar taneleri başının üzerinde nazlı nazlı salınırken yüzünü gökyüzüne kaldırıp yüzüne inmelerinin keyfini çıkardı. Kenarda biriken karın üzerinden eliyle sıvazlayıp altından bir avuç kar aldı. Çocukken de kar yemeye ve buzun, ağzının içinden çıkardığı kütür kütür sese bayılırdı. Alaadinin oraya vardığında doğal güzelliğe hayran kaldı. İki yıldır yılın ilk karı düştüğünde Mehmet Alaaddin Tepesine gelir aynı manzara karşısında nutku tutulurdu. Ve yine oradaydı işte yine aynı güzel manzara, kar altında Konya…
Arkasından birinin kendine seslendiğini duydu. Dönüp baktığında Abdül Bakinin yanında gördüğü genç ona doğru geliyordu. Buda mı tesadüf diye düşünmeden edemedi.
“Selamün Aleyküm Mehmet kardeş. Nasılsın?”
Tanımadığı bu kişinin samimiyeti hiç hoşuna gitmedi. Tavrı da konuşmaları gibi rahatsız ediciydi.
“İyim sağ ol sen nasılsın?”diye cevap verdi.
“İyim bende manzaranın keyfini çıkarmaya geldim. Sen?”
“Bende hava almak için geldim.” Dedi Mehmet.”
“Demek hava almak istiyorsun. Gel beraber hava alalım. Abdül Baki Hoca seni bekliyor.”
“Çok isterdim ama dönmem gerek.”
Dönmeye hazırlanırken karşısında ceketinin bir kenarını açtı. Mehmet silahı görünce bir adım geriledi.
“Ne oluyor? Zorla mı götüreceksiniz?”
“ Evet zorla.” Dedi Hasan Hüseyin sırıtarak. Mehmet’e iyice yaklaşıp kısık sesle;
” Duymadın galiba Abdül Baki Hoca seni bekliyor” dedi.
Mehmet silahından değil de çocuğun gözü karalığından korktu. Bu gözlerin hiç acımadan adam öldürebileceğini gördü. Önüne düştü ve arkasında bir eli silahında Hasan Hüseyin’in tek bir yanlış hareketinde o silahı kullanacağını o zaman hiç şansı kalmayacağını düşünmeden edemedi.
Nasılsa birkaç saate Akif yokluğunu anlardı. Eğer akşama geri dönemezse polise gider her şeyi anlatırdı. İşte o zaman Mehmet kazanır ne yapacağını düşünmek zorunda bile kalmazdı. Gündüz vakti silahla adam kaçırmışlardı. Mehmet’le Akif’in anlatacaklarıyla soruşturma derinleşirse işte o zaman bu adamların işi biterdi.