Havada hafif esen rüzgar şiddetlenmeye başlamış kulaklarında ıslıklar çalıyordu. Cumartesi sabahı erkenden kalkıp kendini yollara vurdu. Güneş bir görünüp bir kaybolurken Konya’nın kaldırım taşları bu saatte gazellere ev sahipliği yapıyordu. Henüz boş olan yollar sokaklar gün boyunca üzerinden geçecek yüzlerce insan için hazırlanıyordu. Dilleri olsaydı neler söylerlerdi acaba? Şu şehir bir dile gelse… Ilgında ki ev sahipleri Selim Amcanın söyledikleri çalındı kulaklarına.

“Konya ve çevresinin etrafında görünmeyen duvarlar var evlat. Depremden, selden, kötülükten her türlü felaketten korurlar şehri. “

O yaşta Mehmet depremi seli anlamıştı da kötülükten kastı neydi Selim Amcanın onu çözememişti. Görünmeyen duvar onun hayal dünyasında farklı boyutlar yer etmişti. Dışarıdan Konya’ya girmek isteyen yabancının yolunu kestiklerini düşündü. Sel suları Konya’ya doğru gelirken bir anda birikip dev dalgalarla yanından akıp gittiğinin hayalini kurdu. O zaman kendini bu şehirde güvende hissediyordu. Peki ya şimdi? Görünmeyen duvarlar bile insanın zalimine bir şey yapamıyordu demek ki?

Alaadinin oraya vardığın gözleri gayri ihtiyari etrafını taradı. Akşehir ziyareti sırasında Akif’in söylediklerini düşündü.

“Ne güzel bir lütuf biliyor musun?” Diye başlamış… “Nasreddin Hocanın burada yaşayıp benim geçtiğim yoldan geçtiğini, içtiğim çeşmeden su içtiğini,  buraya dünyanın merkezi dediğini bilip de Akşehir’de yaşamak” demişti.

Evet, çok büyük bir lütuftu. Nice evliyalar nice âlimlere ev sahipliği yapmıştı bu şehir. Mevlana ve Şems ilk kez şu ileride karşılaşmışlardı. Şimdi bu güzel şehirde dini istismar edip kendi yaşındaki gençleri çocukları kullanmak isteyen fırsatçı insanlar bu şehirde barınıyorlar bu şehrin ekmeğini yiyorlardı. Belki de o görünmeyen duvarlar, evliyaları izin vermemişti onlara.

“Hatırlamıyor musun azizim?”

“Nasıl hatırlayayım? Baya zaman geçti. Bu ülkede elini sallasan ya Mehmet’e ya Ahmet’e çarpar.”

Yüzü bulutlandı. İfadesi sertti. Öyle çok talebesi yoktu ama köyden gelen bir iki kişi vardı. Adları neydi düşünüyor ama bir türlü hatırlamıyordu. Ellerini dizlerine götürüp ovmaya başladı. Hapishanenin rutubeti yüzünden romatizması ilerlemişti. Soysuz namussuz kız yüzünden düştüğü hale bir kez daha küfretti İsmail. Demir tellerin ardında durup düşünen Abdül Baki’ye döndü:

“Belli ki birileri soruşturuyorlar. Polis falan olabilir. Gerçi polisler bize bulaşmaz ama belli mi olur? Sen Muhtarın oğlunu yanına al. Camide yanında bulunsun. Eğer eski talebeyse Hasan Hüseyin tanır onu. Yok değilse icabına bakın. Buradan çıkınca bunlarla uğraştırmayın beni.”

Sözleri sert, bakışları keskindi. Abdül Baki sıkıntıyla homurdanıp “peki” dedi. “Ya polisse, o zaman ne yapacağız?”

İsmail’in çenesinin oynadığını görünce pişman oldu sorduğuna. Ama ne yapacaktı? Peşindekiler her kimse İsmail’i sormuşlardı. Kendinin bir ilgisi yoktu. Nereden girmişti bu işe? Kendi kendine geçinip gidiyordu. Müezzinlik yetiyordu yetmesine ama küçük oğlu Ali’sinin hastalığı belini bükmüştü. Kalbi delik olan Ali’sinin ameliyat parasını çıkarıp veren bu topala gebe kalmıştı.  İsmail Hocada onu bu örgütün içine almıştı. İşin içinde uzun bir süre kalınca örgütün asıl amacının Ülke üzerine büyük oyunlar oynama planlarını öğrendi.

Mevlana türbesinin arka tarafına düşen Amil çelebi sokağındaki toplanma merkezlerinde akşam toplantısına hazırlamak için kalmış işi bitince mutfağa geçip kendine bir bardak çay koymuştu. Kapının gıcırdayarak açılan sesini duyunca kendi kendine homurdanıp kalktı. İsmail Hocanın sesini duyunca kulak kesildi. Biriyle konuşuyordu. Bu adama borçluydu borçlu olmasına ama hiç gözü tutmuyordu. İçindeki sese güvenip ortaya çıkmadı. Tahta merdivenlerden çıktıklarını duydu. Sessizce bekledi.

“ Efendi hazretlerinden bize haberler getiren diline ayaklarına sağlık Kardeş. Şimdi de bizim sıkıntımız ilet kendisine. Konya’yı az çok bilirsin dinine bağlı memlekettir burası. Müttefik toplamakta zorlanırız. İnsanlara Şii’liği anlatmak deveyi hendeğe atlatmaktır. Caferiliği kullandığımız mektebin başına neler geldi duymuşsundur. Gençlerin gözü kara oluyor. Beklemek ne sabretmek ne bilmiyor. Bilirim Efendi hazretlerinin acelesi yoktur ama bu şekilde zorlanıyoruz. Bu insanların kalbine giden yolu bulmak lazım, büyük kutlu gün için hazırlanmak Türkiye’yi bu kâfirlerden kurtarmak için gözü kara fedailer yetiştirmek lazım.  Oysa biz başımızı çıkaramıyoruz bile.”

“ Merak etme İsmail Efendi. Dediğin gibi bizim acelemiz yok. “

Adamın genizden gelen konuşmasını, sesinin kalınlığını duyunca irkildi Abdül Baki. Ne yapıyordu İsmail Hoca? Caferilik konusu neydi onu da anlamamıştı. Anladığı bu insanların kötü şeyler planladığıydı

“Sen işine devam et. Şu Caferilik öğretilerine de bırak. İmamlık yap, Kuran akursu açacağız. Bedava öğrenci okutacağız. İnsanların kalbine giden yol paradan geçer hoca.  Bol para döküp onların gözünü boyayacağız. Paranın yani bizim kölemiz olacak. “

Duydukların etkisiyle titremeye başlayan Abdül Baki, geri adım atıp başını duvara yasladı. Kafasını iki elinin arasına alıp,  duyduklarını sindirmeye çalıştı. Seslerin kesildiğini anlayınca mutfağa geçmek için döndü ve sandalyenin üzerine koyduğu çay bardağını düşürdü.

 

Görüşme süresi doldu diyen gardiyanın öndün de içeriye giderken;

“Polis falan değildir. “ dedi İsmail.

Abdül Baki kalkıp geldiği yoldan bu havasız binadan bir önce çıkmak için hızlı hızlı yürüdü.  Bir kez daha elini kana bulayacaktı bu adam için. Oysa borcunu niyetlerini öğrendiği gün ödemişti. Bu borç öde öde bitmiyordu.