“Gün olur alır başımı giderim / denizden yeni çıkmış ağların kokusunda / o ada senin bu ada benim / yelkovan kuşlarının peşi sıra…”
Şair Orhan Veli’nin “Gün Olur” şiiri rehberim olur çoğu kez. Görülmedik, bilinmedik diyarlara yelken açmak ne güzeldir bir bilseniz. Okuduklarım, izlediklerim görme isteğimi artırır. Birkaç günüm boş olursa alır başımı giderim. İzmir Karşıyaka’dan Amasya seferlerinin başladığını okuyunca gitme arzumu dizginleyemedim. Yolculuk sabah başlıyordu hem de. Arayıp da bulamadığım bir şeydi. Çevreyi izleyerek gözleyerek yol almanın güzelliğini kuşkusuz gezenler çok iyi bilirler.
Aylardan Nisan (2015), yol boyunca her yer yeşile kesmiş. Doğa canlanmış, göz alabildiğine yeşillikler, çiçekler halı, kilim desenleri gibi nasıl da canlıydı. Otobüsün canımdan doğadaki telaşı görebiliyordum. Kuşlar, kelebekler nasıl da hareket katıyordu doğaya. Leylekler gelmişler. Ankara’ya kadar yolculuk nasıl geçti anlayamadım.
Geriye kalan beş saatlik yolu da tamamlamış, Şehzadeler Kenti’ne adım atmıştık. Daha önce telefonla yer ayırttığım otele ulaşmıştım. Yorgunluktan eser yoktu üzerimde. Bavulumu bırakıp gece serinliğinde Amasya’yı gezmeye çıktım. Şehrin tam ortasından geçen Yeşilırmak bir masal nehriydi. Işıklandırma ne güzel yapılmıştı. Bir bakıyordum yemyeşil, daha sonra kırmızı, daha da sonra mosmor akıyordu. Dağlara oyulmuş binlerce yıllık Kaya Mezarları da aynı ışıklandırmayla gözlerimi alıyordu.
Yıldızlar daha mı çoktu bu sakin şehirde. Yer gök yıldıza kesmişti. Irmağın kenarındaki banklara oturup sessizliği dinledim. Düşler kurdum. Rengi sürekli değişen ırmağın akışını dinledim…
Taşhan Otel’in devasa büyüklüğü karşısında hayran kalmamak elde değildi. Mimar Mehmet Kalfa’ya 1699 yılında yaptırılan dikdörtgen biçimindeki iki katlı hanın beden duvarları kesme taşlardan ve tuğlalardan yapılmıştı. İç avlu duvarlarla çevrilmişti. İç avluyu çeviren hafif sivri kemerlerin üzerine ikinci kat yerleştirilmişti. Alt kat avlusu restoran olarak kullanılıyordu.
Odama çekildim. Her odaya Amasya’da yaşamış tarihsel şahsiyetlerin adı verilmişti. Odaların kapısı oldukça küçüktü. Boyu uzun olanlar dikkatli girmek zorundaydı. Tavan yüksekti. Kesme kalın taşlar kullanılmıştı odaların yapımında. Yatar yatmaz uyumuştum. Sabahleyin kahvaltımızda yöresel ürünleri yabana atılmayacak cinstendi. Amasya çöreğine bayıldım.
Kahvaltıdan sonra ver elini kenti gezmeye. Kuruluşu 8 bin yıl önceye dayanan, birçok uygarlıklara ev sahipliği yapmış olan Amasya’yı gündüz gözüyle görmek de bir başkaymış. Bimarhane’den Aşıklar Müzesi’ne kadar gezmedik yer bırakmadım. Tarihsel geçmişi karşısında etkilenmemek elde değildi. Öğle yemeğinde önce toyga çorbası, sonra baklalı yaprak sarması ve keşkek öyle lezzetliydi ki tatmasaydım Amasya’yı görmüş kabul etmeyecektim kendimi.
Öğleden sonra Harşena Dağı’nın güneyine bakan ve Coğrafyacı Strabon’a göre Pontus Krallarına ait olan kaya mezarlarını gezdim. Hızımı alamadım; İç Kale ve Cilanbolu’yu da gezdim. Kentin eşsiz fotoğraflarını çektim. Yükseklerden inip ırmağın kenarındaki Saraydüzü Kışlası olup günümüzde sanat merkezi olan binayı gezerken Amasya Genelgesi’ni anımsayıp Atatürk’ün huzurunda saygıyla eğildim.
Geceleyin Amasya’nın en yüksek lokantasındaydım. Kentin gece görüntüsüne bakıp masal dünyasında olup olmadığıma inanamadım. Kentin ışıkları ateş böceğini andırıyordu. Kral Mezarları, Yeşilırmak’ın renkli ışıklarla yıkanması destansı görüntüler oluşturuyordu. Yıldızlar daha yakındı…
Ertesi gün Amasya’nın tüm güzelliklerini görmeye çalışsam da zaman yetmiyordu, iki gün yetmemişti Şehzadeler Şehri’ni gezmeye. İlk fırsatta yine gelecektim. Dönüş için otobüse bindim. Gelirken gece karanlığında göremediğim güzellikleri izleyerek yolculuğumu yapacaktım. İzmir’e dönüş yolculuğumuz başlamıştı.