Bugünkü Konya Lisesi: Darü’l-Muallimin olarak  öğretmen yetiştirmek amacı ile Konya’da 1875 yılında Nizamiye Medresesi civarındaki bir binada eğitime başlamış. O dönemde Darü’l Muallimin Osmanlı sınırları içerisinde yalnızca İstanbul da varken Konya, Girit ve Bosna da aynı tarih de açılmış. Dönem dönem farklı isimlerde anılan okul 1970 de Konya Erkek Lisesi olarak anılmaktaydı

Mehmet Okulun önünde durup bekledi. Bu kez hayallerine kapılmak yerine bir hafta önce olanları ve iki saat öncesini zihninde tekrar yaşıyordu.

O günün sabahı babasına bıraktığı mektubun her satırını içinde tekrar ederek Osman’lara gitmişti. O birkaç gün onun en büyük sınavıydı. Babasına gitmemek için kendiyle mücadele etmiş, olanları ne Osman’a ne de ailesine anlatmıştı. Sadece birkaç gün demişti. Onlarda sağ olsunlar evlerini açmış, hiç bir şey sormamışlardı. Fakat anlaşılan o ki, Osman’ın babasını durumuna daha fazla dayanamamıştı.

 O gün sabah okula gitmek için,  yola çıktığında gördü babasını. Kasketi elinde, omuzları çökmüş, duvarın dibine onu bekleyen kafası önde babasını. Bir hafta içinde daha da yaşlanan adamı…

Yanına gitti, duvarın dibine o da çöktü ve sustu. Biraz sonra Mehmet kasketini sıkıp duran babasının elini öpüp anlına götürdü. Hüseyin gözünde iki damla yaş ile oğlunu yanaklarında tutup kendine çekti. Doya doya gözlerine bakıp, gözlerinden öptü. Cebinden bir içi dolu mendili çıkarıp, Mehmet’in cebine koydu.

“Yolluk yaparsın. Bir sürede idare eder seni. Ben yine gönderirim. İyi oku tamam mı oğlum.  Kışları dikkat et kendine. Üşütme kalın giyin. Geceleri üstünü çok açma. Sıkı giyin de yat.”

Sesinin düzgün çıkması için gayret eden Mehmet, hıçkırıklar arasından sadece;

“Baba” diyebildi.

Hüseyin oğlunun omuzlarında tutup kaldırdı. Öyle bir sarıldı ki, kıracak sandı en sevdiğinin kemiklerini. Sesi ağlamaklıydı. Aslında her yeri ağlıyordu da belli etmemek için çırpınıyordu.

“Mehmedim sarılacak yerlerim ağrıyor. Senden gayrısına açılmaz bu kollar artık. Lakin bu saatten sonra sokağa da atamam. Sen bu babanı bir kez daha affet oğul. Bu yaşlı, cahil babanı unutma emi oğlum. “

“İnsan anasını atasını unutur mu baba? Ben nasıl unuturum seni. Gör bak sık sık yazacağım sana.”

“Bilirim Mehmedim. Hayırlı evlatsın sen. Fadimemin emaneti Mehmedim. Sanma ki emanete hıyanet ederim. Geleceğim yanına, hep geleceğim. Yalnızım diye üzme kendini, bu ihtiyar hep sensin yanında. Haydi evlat, yolcu yolunda gerek. Otobüsü kaçırma. Uğurlar ola…”

Babasının gidişini izledi. Cennet Anasının ardından su döküşünün ardından içini derin bir sızı sardı. Ah şu giden adamın gidişi izlemek yerinde yanında yürüseydi. Ah şu suyu döken kendi anası olsaydı, el sallayanlar hiç büyümeyecek olan kardeşleri…

 Dört yanını sarmış yalnızlığına küfretti. İçinin kıyılarında hep kaybettikleri vardı. Bir babası yaşıyor ama onu da kaybediyordu. Bir yerde nefes aldığını, yaşadığını bilecekti. Varlığına şükrettiği, mutlu mu mutsuz mu, aç mı tok mu, susuz mu, hasta mı, üşüyor mu, uykusuz mu, gülüyor mu ağlıyor mu? Bilmeyecekti. Varlığına şükrettiği, bir yerde yaşadığını bildiği babası da artık kaybettiklerinin yanındaydı. Bıçak yarası gibi damlayacak, hiç iyileşmeyecekti.

 Derin bir nefes çekti, çatlayacak kadar acıyan ciğerlerine. Okula sağ ayağıyla girip besmele çekti. Kapıda görevli karşıladı. Esmer uzun boylu, başında kasket sırtında örgü süveter, kahverengi pantolonuyla Mehmet de babasını hatırlattı. Gerçi şu ara babasını hatırlamak içi illa ona benzeyen biriyle karşılaşması gerekmezdi. Adının Cafer olduğunu öğrendiği hademenin peşi sıra merdivenleri çıkıyordu. Cafer’in sorduklarına kısa cevaplar verdi. “Adın ne? Nerelisin? Demek Dığrak? Ilgında bizim Hüsam var tanır mısın? “Anlaşılan bu geveze adamla çok işi vardı Mehmet’in.

Cafer yatağını ve dolabını gösterdi. Bu yeni gelen oğlan pek havalıydı. Akşam yemeğini 19:00 da yendiğini söyleyip görev yerine döndü.

Henüz kimse yoktu. Cafer de orada öyle bırakıp gitmişti. Aslında iyi olmuştu ama en azından yemekhanenin yerini bari tarif etseydi. Yatağına oturup bir süre öylece kaldı. Sonra sıkılıp katlı, pencereye doğru yürüdü. Aklında şimdi korku ve kuşku vardı. Ya yapamasa, ya umduğu gibi olmasa… Olmalıydı başarmalı sonra da babasını o kadından kurtarıp alıp götürmeliydi.

Cafer yeni bir kurbanıyla daha içeriye girince, daldığı düşüncelerden kurtuldu. Aynı şeyleri tekrar edip gitti. Odada yalnız kalan iki genç ne yapacaklarını bilemeden öylece kaldı.  Mehmet kıdemli sayılırdı. İlk adımı o atmalıydı. Atmalıydı ki yerini sağlamlaştırsın, kimse ona burada pısırık demesin.

“Hoş geldin kardeş. Ben Mehmet!”

“Hoşbuldum arkadaşım. Bende Akif.”

Kardeş demekle hata yapmıştı. İlk günden daha tanımadan, neyse telafi ederim dedi kendi kendine. Bu kadardı işte. Yeni tanıdığı biriyle ne konuşabilirdi ki. Aklına Cafer’in ona sordukları geldi.

Hınzırca gülümseyerek;

“Cafer ağabeyle işimiz var gibi geliyor bana” dedi. Sonra pişman oldu. Nasıl böyle bir hata yapardı. Ya şimdi bu tüysüz oğlan ters bir şey söylerse?

“Sorma ya, ne çok soru soruyor öyle? Şu kadarcık yolda bütün hayatımı sordu.”

Doğru yerden başlamıştı.

“Tanıdık birilerini de sordu mu?”

“Sana da mı sordu? Akşehir’den şunu bilir misin bunu bilir misin O konak hala ayakta mı falan. Nereden bileyim ya?

Birlikte kahkahayı koy verdiler. Sonra da hem dolaplarına eşyalarını yerleştirdiler hem de koyu bir sohbete koyuldular. O sırada Cafer yeni kurbanlarıyla gelip ters ters onlara bakıyordu. Gelenlerin surat ifadelerinden Cafer’in gazabına uğradıkları belli oluyor, sohbete onlarda katılıyordu.

Herkes Mehmet kadar heyecanlı, Mehmet kadar korkak, Mehmet gibi şaşkındı. Anadolu’nun çocukları bir bir okumaya hayatı tanımaya geliyordu.

Akif’in babası genç yaşta ölmüş, Akif annesi ve anneannesi ile yaşıyormuş. Sarışındı, yakışıklı kalıplı biriydi. Bıyıkları daha çıkmadığı için ilk günlerden dert yanmıştı Mehmet’e.

Beyşehirli Eyüp, anadan babadan öksüz, amcasının yanında yaşıyormuş. Bu oğlanda saf yürekli, şirin biriydi.

Ilgın’lı hemşerisi Ali ise aralarında en şanslı olandı. Zengin aile çocuğu Ali, sarışın cılız çelimsiz çirkin sempatiklerdendi.

Karapınarlı Ahmet ise Akif’le aynı kaderi paylaşıyor, yalnız anası ile yaşıyormuş. Oda esmer Anadolu çocuğuydu. İçlerinde en yakışıklıları ise bizim Mehmet’ti.

Bu gençlerin amaçları aynı, yolları aynıydı. Hepsinin tek derdi okuyup bir meslek sahibi olmaktı.

Romalılar zamanının imparatorların ismini alan Conium’u, Bizanslıların Okonion’u, Arapların Kuniya dedikleri şehir, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde adı bir daha değişmeyerek günümüze kadar gelmiştir. Konya…

Mehmet’in ise hayallerine ilk adım attığı şehirdi Konya. İlk zamanki heyecanını içinde hiç kaybetmemiş gün geçtikçe onunla güçleniyordu. Okulda öğretmenleri tarafından seviliyor, arkadaşlarından saygı görüyordu. Birinin başı dertteyse ilk ona geliyor, onun fikirlerine değer veriyorlardı. Beraber ders çalışırken grubun öğretmeni, sınıfın başkanı, okulun en akıllı zeki öğrencisi öğretmenlerinin gözdesiydi. Ona pısırık diyenler onu bir de şimdi görmeliydi. Mehmet burada kendini bulmuş, artık çizgi roman kahramanlıkları istemiyor kendi hayatının kahramanı oluyordu.

 Arada arkadaşlarıyla Alaadin’in oraları turlar, Mevlana türbesine gider, garajın oraları gezelerdi. Buralar cennetti Mehmet ve arkadaşları için. Çokta güzel kızlar vardı. İki kızla bakışıp mektuplaşıyordu. İkisi de farklıydı onun için. Biri esmer güzeli Aysel, diğeri kumral Asiye...  Arada dışarıya çıktıkları zaman ankesörlü telefondan arıyordu. Asiye ile çok konuşamıyor sadece mektup yazıyorlardı birbirlerine. Asiye’nin mektuplarını Aysel’in ise sesini ve utangaç yüzünü seviyordu. Esra’nın adı bile kalmamıştı aklında. Bazen Osman gelirdi ama oda geldiği gibi giderdi. O buraların büyüsüne kapılmış gidiyordu. Aslında kapıldığı bu yeni Mehmet’in gücüydü. Nerede o Dığrak’taki küçük hayalleri olan küçük çoban, nerede Ilgındaki pısırık Mehmet, nerede şimdiki Mehmet.

 Birde şu ciğerini dağlayan hasret olmasa. Her şey tam da Mehmet’in istediği gibiydi. Babası aklına gelince burnunun direği sızlıyor bir kez olsun görme hasretiyle yanıp kavruluyordu. Geldi geleli bir kez yazmıştı babasına; okula yerleştiğini, derslerinin iyi olduğunu, birkaç arkadaşını ( Akşehirliyi, Beyşehirliyi bir de Ilgın’lıyı )kısacası merak etmemesini yazmıştı. Bu kadardı işte babasına hayrı. Bu kadar hayırlıydı.

Gün onun günüydü. O kadar dil dökmüştü ki, Aysel’i sonunda buluşmaya ikna etmişti. Tuvalette fırçaladığı dişlerine bir daha baktı. Limon kolonyasını eline döküp saçlarının arasında gezdirdi. Yana doğru tarayıp aynadan görebilmek içi başını da yana çevirdi. Omuzlarını dikleştirdi, dudaklarına bir sırıtış ekledi. Yok böyle çok şapşal olmuştu. En iyisi kendi olmak, ciddi durmak, ne demişti Aysel;

“Senin duruşunu seviyorum. Öyle bir bakıyorsun ki: Sanki insanın içini görüyorsun.”

13.30 da çıktı okuldan. İlk günden kızı bekletmek olmazdı. 14.00 de randevulaşmıştı. Alaadin tepesinin karşısında buluşacaklardı. Okulda aşağıya doğru indi. Yolda ki çiçekçiden bir tane kırmızı karanfil almayı ihmal etmedi. Bir yandan da “nasıl olsa solacak, kızlar neden böyle şeylerden hoşlanır ki” diye düşünmekten kendini alamadı.  Tamda sözleştikleri yerde Zafer meydanında durdu. Biraz sonra Aysel arkadaşıyla köşede göründü. Eğilip arkadaşı kulağına bir şeyler fısıldadı. Aysel’in bembeyaz yüzü kızarıverdi. Mehmet olanları izleyip gülümsedi, belli ki Aysel’in arkadaşı beğenmişti Mehmet’i. Kendinden daha bir emin duruşu vardı artık.  Arkadaşından ayrılıp yanına gelen Aysel’e hayran hayran bakmaktan kendini alamadı. Tamam, daha önce de görmüştü onu, ama böyle ilk defa yakından görünce yüreği sıkışmaya başladı. Bembeyaz yüzü, zeytin karası gözleri, simsiyah saçları su gibiydi Aysel. Mehmet eğer bir gün evlenirsem bu kesin Aysel olmalı diye düşündü. Kız yanına gelince yanağında öptü. Kızın yüzü iyice kızardı sağa sola bakıp, tedirgin sesiyle;

“Ne yapıyorsun? Bir gören olacak.”

“Özür dilerim dayanamadım” dedi Mehmet.

“Vermeyecek misin?”

Şaşıran Mehmet;

“Neyi?” diye sordu.

Aysel;

“Neyi olacak şaşkın, karanfili” deyip gülümsedi. O gülümseyince has bahçenin gülleri açtı.

Mahcup sesiyle;

“Seni görünce dünyam şaştı. Unuttum” dedi. Karanfili uzattı.

Zaferde ince minareli medresenin oradan döndüler. Ara sokakta bir pastane bulup oturdular. İki çay ve iki pasta siparişi verdiler. Oturup bir süre birbirlerine baktılar.

Aysel;

“ Beni susmak içi mi çağırdın.”

“ O kadar güzelsin ki,  dilim tutuldu karşında.”

Yüzü kızaran Aysel bakışlarını ayaklarına indirdi. Mehmet onun bu halini çok şirin buldu. Sarılıp yanağında bir kez daha öptü.

Aysel;

“Dur yapma ya, bak bir daha gelmem.”

“Tamam tamam. Haftaya geleceğine söz verirsen uslu duracağım.”

“ Söz veremem ama denerim. Evden çıkmam zor olur. Üvey babamı biliyorsun. Öğrenirse bacaklarımı kırar.”

“Korkma sana bir şey yapmasına izin vermem.”

Yanakları çiçeklendi Aysel’in. Mehmet onu seviyor koruyordu gözünde. Mehmet ilk defa bir kızın kahramanı oluvermişti. Ve o bunun farkındaydı. Çaylarını içip, pastalarını yediler. Aysel cıvıl cıvıl konuşuyor Mehmet onu dinleyip söylediklerine gülüyor, bakışlarını ondan alamıyordu. Saatin farkına varınca Aysel korkuya kapılmıştı. Eve 2 saat gecikmişti, ne diyecekti şimdi evdekilere. 

 Aysel’in babası şehit düşmüş, annesini bir çocukla kabul etmeyen dedesi mahallenin imamıyla evlendirmişti. Aysel o zamanlar 6 yaşındaydı. Kendi bildi bileli annesi üvey babasından dayak yerdi. Biraz serpilince o da dayaklardan nasibini almıştı. Neymiş, terbiye ediyormuş, kızını dövmeyen dizini dövermiş. O testi kırılmadan uyarıyormuş. Aysel’i İlkokulu bile zar zor okutmuş sonrada okuldan almıştı. İmamlığı bile ticaret olarak görür, fakirin fukaranın gözünün yaşına bile bakmazdı. Allah Onun dilindeydi, kalbinde değil. Bir de üvey kardeşi vardı. Bebekken Aysel onu çok severdi. Küçük annesi olmuştu Mustafa’sının. Büyünce o da babasının huylarını almıştı. Yine de Aysel’e pek kıyamazdı. Bütün yaşadığı hayattan bunalan Aysel’in artık bir umudu vardı. Mehmet. Nereden bilecekti ki, bu sahte kahraman onun sonu olacaktı.

Mehmet aklında Aysel’in kızaran yüzü, gülüşü ile okula doğru yürüyordu. Bazen o karşısındaymış gibi gülümsüyor sonra da kendi haline gülüyordu. Okulun demir kapısını açıp içeriye avlusuna girdi. Kafasını kaldırınca yüzüne sanki yumruk yemiş gibi dondu kaldı.

“”Baba…”

“Oğlummm…”

Karşında aslan babası… Tıpkı onu uğurlamaya geldiği gün gibi merdivenin başına çökmüş onu bekliyordu. Gözleri yandı, tuzlu bir sıvı dudaklarını ıslattı.  İçindeki depremin sarsıtıcı etkisi ayaklarına vuruyor bütün vücudu titriyordu. Ne çok özlemişti şu karşısındaki çınarı. Ne çok hissetmişti yüreğinde yokluğunu… Bir adım daha haydi…