Akif’in annesi oğlunu ve yoldaşını kapılar da heyecanla, sevinç gözyaşlarıyla karşıladı.

“Hoş gelmişsiniz, hoş gelmişsiniz.”

Akif’e elini öptürdükten sonra sarılıp hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Kokusunu doyasıya içine çekti. Mehmet bu manzara karşısında başı eğik bekledi. Kadının gözleri Mehmet’e işlince;

“Kapıda kaldınız oğlum, girin haydi içeri.  Gel canım çekinme, seninde anan sayılırım, gel öp bakayım elimi. Hah şöyle. Haydi sofra ortada, sizi bekleriz.”

Anadolu’nun küçük yerlerinde yetişen, milletin efendisi köylü kadınları böyleydi işte. Gelen Allah’ın misafiri, başlarının tacıydı. Hemen kendilerinden sayarlar gözlerinizin içine bakarlar. Değme sosyete kadınları bir olsa, bir köylü kadının samimiyetini bulamazdınız.

 Mehmet’in bu hayattan nasibini almış kadıncağıza birden kanı ısınmıştı.  Elleri sert ve nasırlı, mavi gözleri yumuşak şefkat doluydu. Dudağının üzerindeki sarı tüyler güneş yanığı yüzünde belli oluyor ama zaten sevimli olan bu kadını daha da bir sevimli yapıyordu. 35 yaşlarında olan bu kadın, kilodan dolayı nefes darlığı yaşıyordu anlaşılan. Nefesi tıslama gibi çıkıyordu.

Basma entarisini eliyle topladığı gibi çantaları alan kadına engel olmak istedi Mehmet.

“Dur ana ben taşırım.”

“Yol yorgunusun oğlum. Hem bugün misafir sayılırsın. Bırak ben götürürüm.”

Anlaşılan evin reisi bu kadındı. Elleri erkek işine yatkın, işini kimselere bırakmaya niyeti yoktu.

“Olur mu hiç ana? Eşyaları sana taşıtırsak tüh bizim erkekliğimize.”

“Öyle olsu bakalım. Haydin içeri o zaman.”

Tahta kapıdan avluya girdiler. Mavi demir kapı sonuna kadar açık, içeride salonda kurulmuş bir sofra onları bekliyordu. Besmeleyle girdiler içeriye. İçi huzurla dolan Mehmet, salondaki yer minderlerini, duvardaki Kâbe resmi olan duvar halısını görünce evdeyim diye düşündü. Solda köşede tel dolap, küçük tüp ve tabak çanak vardı.  Hem mutfak hem oturma odası olarak burayı kullanıyorlardı.  Karşıda minderde bağdaş kurmuş yüzünün her yeri çizgilerle dolu ufak tefek kadını görünce irkildi. Akif’in anneannesi olmalıydı.

“Öpeyim nene” dedi Akif. Yanına gidip elini öptü. Kadın başını sallamakla yetindi ve buz gibi bakışlarını Mehmet’e dikti.

“Arkadaşım nene. Allah nasip ederse bizimle burada kalacak.”

Kadın ani bir hareketle Mehmet’e elini uzattı. Mehmet uzatılan eli öpüp başına koydu. Kadınla göz göze gelince keşke gelmeseydim dedi. Kadın gülümseyince rahatladı.

Yemekte patates aşını, yılların verdiği açlıkla yediler.  Akif yemekten sonra sofrada anasının elini öptü.

“Eline sağlık anam, çok özlemişim yemeklerini.”

“Afiyet olsun. Löp löp et olsun inşallah.”

“İlahi ana ne yapacağım ben eti. Kızlar şimdi beğenmez falan.”

“ Bak sen hergeleye ne kızı bu yaşta? Hele bir oku ondan sonra düşün kızı kısrağı.”

“Ellerine sağlık Sultan Ana. Yıllar var böylesini yemedim.”

“Afiyet olsun oğlum. Sana da löp löp et olsun” dedi hızırca.

“Eyvah Mehmet, anam senide evermeyecek haberin olsun.”

“Sultan Ana ne derse o. Onda böyle yemek, bizde böyle iştah varken zaten zor görünüyor.”

Hep birlikte güldüler. Hiç üzerine alınmayan Sultan Hanım:

“Yaparım tabi yeter ki siz yiyin kuzularım. Ben size en güzel yemekleri yaparım. Üç ayda bıktırırım.”

Hep birlikte kalktılar. Akif sofrayı kaldırırken annesine yardım edince Mehmet’e hemen sofra bezini topladı. Bu evde yardımlaşma diye bir şey vardı ve Mehmet’in çok hoşuna gitti. Belki ilerde Aysel’le evlendiğinde ona yardım ederdi. Ama yok onların hizmetçileri olurdu.

Birlikte bahçeye geçip sedire oturdular. Karanlıkta bile görülen renk renk menekşeler, hanımelileri, begonyalar ve hercaililerin birbirine karışmış o hoş kokusu, bulutsuz çırılçıplak gökyüzünde parlayan yıldızlar ve odun ateşinde pişmiş çayın tadı, yanında ise bir dost eli. Rüyada mıyım diye düşündü.

Hayır, rüyada değildi. Gerçek bir evdeydi. Aklında ne babası, ne Ilgın ne de bir yere ait olma arzusu kalmıştı. O yıllardır bu evde bu insanlarla yaşıyordu. Öyle ki konuşamayan anneannenin gözlerindeki sessiz dırdırı bile tanıdıktı…

Akşehir de günleri mutluluk ve huzurla geçiyordu. Sabah ezanında kalkıp Sultan Ana ile tarlaya gidiyorlar, günlük için çalışıyorlardı. Sultan Ana onlara alın terini öğretiyor, hayat dersi veriyordu. Hep okul kitap olmazdı, arada hayata dair bir şeyler bilmeliydiler. Mehmet bu aileye öyle bir ısınmıştı ki, hikâyesini eksiksiz anlattı. Sultan Ana hikâyesinden sonra “hayat sana yeterince ders vermiş oğlum, inşallah yüzünü güldürür artık “demişti. Akşam zamanı eve döndüklerinde akşam yemeğinden sonra bahçede çay keyfine diyecek toktu. Mehmet bu evi ve çay keyfini çok özleyeceğini biliyordu. Anneanne ve Sultan Ana erkenden yatıyorlardı. Mehmet’le Akif gece sohbetlerine dalıyor saattin farkında bile olmuyorlardı. Bir yılda toplasan bu kadar sohbet etmemişlerdi. En çok da Akif’in Akşehir’in tarihinden konuşması hoşuna gidiyordu. Kâh Atatürk’ten, kâh Büyük Taarruz hazırlıklarından, kâh Nasreddin Hocadan, kâh Tarık Buğra’dan dem vuruyor, her sohbetti de o günleri yaşamış bir tecrübeyle anlatıyor, sanki tekrar yaşıyordu. Mehmet ise onun sözünü kesmeden ilgiyle dinliyordu.

“ 1911 den beri Osmanlının kaybetmediği toprak kalmamış. Balkanlar, Kuzey Afrika, Doğu Akdeniz elimizden gitmiş. Atatürk “en azından Anadolu’yu yurt olarak koruyalım” diyormuş. Bunun içinse Büyük Taarruz gerekmekteymiş.

Bu taarruza hem askeri kanattan, hem de sivil kanattan karşı çıkanlar varmış. En son Sakarya Muharebesi  22 gün 22 gece sürmüş, en çokta subay şehidini bu savaşta vermişiz. Batı cephesinde asker sayımız az, düşman ise bizim 2 katımız, askerin ayağında postal yok, belinde doğru düzgün silah yok… Büyük taarruzdan endişelenmişler anlayacağın. Ama Atatürk “Ya istiklal ya ölüm” demiş. “Gidin yer araştırın. Bu taarruz için en başarılı olacağımız yer olsun” demiş.

Afyon’a 90 km olan Akşehir, Sultan Dağının varlığıyla korunaklı olunca,  bir de demir yolu hattı da buradan geçince, ondan sebep burayı uygun görmüşler. Bir de tabi Kuvayi Milliye ruhuna sahip. Bu Tarık Buğra Akşehirli, Küçük Ağa da burada geçiyor. Romandaki hikâye yaşanmış hikâye, kahramanlar gerçek olunca Akşehir’in milliyetçi ruhunu ortaya koymuş. Büyük yazar şu Tarık Buğra.

1904 yılında yapılan belediye binası boşaltılarak karargâh yapmışlar.

Hazırlanan birlikler 1922 yılının temmuz ayında cephelere intikale başlamış. Geceleri yol alımışlar tabi. 20 ağustos Atatürk, o zamanki Genelkurmay başkanı Fevzi Çakmak’la, o zamanki Milli savunma bakanı Kazım Özalp, Karargâh komutanı İsmet İnönü, Karargâh kurmay Asım Gündüz, Ilgındaki süvari birliğinin komutanı Fahrettin Altay,1. Ordu komutanı Nurettin Paşa ve 2. Ordu komutanı Yakup Şevki paşayı toplayıp, 26 ağustosta taarruz emrini vermiş. (5)

Yani anlayacağın Anadolu halkının özgürlüğe koşmasının, esarete karşı koyup tarihe kanla geçmesinin hikâyesi Akşehir de başlamış.”

Akif’in tarih bilgisine çok şaşırmıştı Mehmet. Özelikle de memleket sevdasına. Kendi Ilgın hakkında bildiklerini sorgulamaya başladı.

Ilgın adının daha önceleri kaplıca suyundan dolayı” Abı Germ” ( sıcak su kaplıca suyu) olduğunu, Kanuni öneminde Irak seferi sırasında Matrakçı Nasuh Efendini kaleme aldığı “ Menazil- ı Ser Irakleyn” adlı eserin minyatüründe Ilgün olarak geçtiğini, biliyordu.

Biraz daha zorladı kendini, Kurtuluş Savaşı sırasında cephe gerisinde olan Ilgın’ın O dönemde büyük çapta askerin karargâh merkeziydi. (6)

Şehzade Selim’in Lalası olan Lala Mustafa Paşanın külliyesi vardı. Kaplıcası vardı. Başka…

Haydi, bre Mehmet! Bu kadar mı tarih bilgin? Nasıl olmuş nasıl yapılmış. Neler yaşanmış…

“Daldın” dedi Akif.

“Evet “ diye mırıldandı. “Memleketin hakkında ne çok bilgiye sahipsin. Sanki yaşamışsın gibi anlatıyorsun. Şaşırdım” diye devam etti.

“Öyle olması gerekmez mi? İnsan memleketini tanımazsa eksik sayılmaz mı? O zaman bizim koyunlardan ne farkımız kalır.  Bu topraklar bize ekmek, aş, para ne dersen de verip karnımızı doyururken bu topraklar uğruna ölenlere, daha önce bu topraklara ellerini değenleri bilmemek, bilmeden karnım tok sırtım pek diye yaşamak bana göre değil. Kim bilir yaşanan ne çok acı, dökülen ne çok kan varken ben sadece ekmeğime aşıma bakamam. Yani deme o ki! Nankörlük sayarım Mehmet. 13 yaşında şehit düşen kardeşlerime, buradan ölmeye gözü kapalı giden atalarıma, bu şehri güzelleştirmek için çabalayan insanlara borçluyum.  Onları bilmek, hiç değilse bu kadarını bilmek rahatlatır vicdanımı. Boşuna mı burayı karargâh seçtiler. Demiştim, sebeplerden biri Milliyetçiliğe sahip olma ruhumuzdu. Benim kanım da var milliyetçilik. Ne zaman Batı Karargâh Müzesine gitsem, kaparım gözlerimi, onları görür onları yaşamaya çalışırım.  Atalarımız sadece ek biç diye mi bıraktılar bu verimli toprakları bize? Kıymetini bilmek için altına bakmak gerekmez mi? Ne diyor İstiklal Marşımızda?

“Bastığın yerleri 'toprak!' diyerek geçme, tanı:

Düşün altında binlerce kefensiz yatanı.“

Ben bunları bilmesem bu toprağın altına nasıl girerim Mehmet? Hangi yüzle…”

“Tabi ya, hangi yüzle?” dedi Mehmet. Akif kendi heyecanı içinde alabora olmuş duymuyordu. Mehmet’in ise yüreği ezilmişti. Kahramanlık öyle istemekle olmuyordu bunu biliyordu. Ama bir şeyi daha öğrenmişti. Geçmişi yok saymakla da olunmuyordu. Asıl kahraman bu toprakların hakkını vermekten, Akif’in dediği gibi tarihine sahip çıkmaktan geçiyordu. Atalarımız yedisinden yetmişine, kadınıyla erkeğiyle, kahramanlığı kanlarıyla yazmıştı.

 

5: Kaynak: Küçük Gezgin Akşehir de / Bahattin Atak

6: Kaynak: Bütün Yönleriyle Ilgın