Babasının gidişinden ardından melankolik takıldıysa da bu durum çok uzun sürmedi. O günün verdiği coşkuyla babasına ilk zamanlar sürekli yazdı. Bazen Osman’ların berber dükkânının arayıp birkaç lakırdı yaptıktan sonra babasıyla konuştu. Zaman geçtikçe yavaş yavaş aramaların arkası kesildi, yazmaya üşenir oldu.  1. yılın bitmesine çok az bir zaman kalmıştı. İşte o zaman Mehmet düşünmeye başladı. Nereye gidecek ti? Yaz tatilinde neler yapacaktı? İşin içinden çıkamıyor, yalnızlığına bir iç daha çekiyordu. Babasına gitmek, doyasıya sarılmak, hiç büyümeyen çocuk tarafını şımartmak, sızlayan yerlerini sarmak istiyordu. Gülcan aklına gelince içine nefret doluyor hemen vazgeçiyordu. En iyisi Konya da kalmak, çalışmak diye düşündü. Şu, geldiğinden beri ihtiyaç duymadığı tanıdık şimdi işe yarayabilirdi. Hayati Beyi arar bir iş isterdi. Kalacak yer sorunu vardı ama sokakta kalacak hali yok ya? Elbet bir dam bulurdu. Akif’in yanında dikildiği göremeyecek kadar dalgındı. Akif eliyle omzuna dokunca döndü.

“Ne o ne düşünüyorsun?”

“Hiç” dedi Mehmet.

Sanki aklından geçenleri okumuş gibi konuşmuştu Akif:

“Yaz tatili de yaklaşıyor. Anamı bir özledim ki sorma. Ninemin dırdırlarını bile özledim.” Konuşurken dudaklarını hüzünlü bir gülümseme yerleşmiş, özlemi yüzüne yansımıştı. Sesi çok samimiydi. Kendini kaptırmış devam ediyordu.

“Ah bir kapansa şu okul, gitsem Akşehir’e. Bizim oralar bir güzeldir ki şimdi. Yemyeşildir her yer. Gölün oraların manzarasına doyamasın. Buradakiler de çay mı be? Akşamları serinlik çöktü mü dışarında avluda anam odun ateşinde çay demler. Emin ol öylesini içmemişsindir. “ yaptığı gafın farkına varan Akif bir an sustu. Sonra sırf bir şeyler söylemek ortamı yumuşatmak için ağzını açtı.

“Gidince toprağımı öpeceğim… Sen ne yapacaksın?” dediği anda ağzını açmamış olmayı diledi. Dudaklarından çıkanlar Mehmet’i daha fazla üzmesine neden oldu.

Toprak ya… Memleket… Mehmet’in memleketi neresiydi? Nereyi özlemesi gerekiyordu. Gidecek yeri bile yokken, hangi toprağı öpecek, hangi toprak onu kabul edecekti? Bilmiyordu. Kalktı. Pencere kenarına gitti. İçinde ki sıkıntı yüzüne yansımış, biraz önce Akif’i dinlerken dolan gözlerine bu kez engel olamamıştı Anasının elleri yok, kardeşlerinin cıvıltısı yok, öpecek toprağı gidecek yeri yok. Bir babası var ama ona giden yollar kapalı… Akif’in sorduğu soruyu oda sormuştu kendine. Hem de defalarca. Verdiği cevapların hiç birini beğenmemiş, bir yere ait olma isteğini yenememişti. Bir ev, bir sıcak çorba, başını okşayan şefkatli bir eli özlüyor, bununla böyle zamanlarda baş edemiyordu. Memleket denilen şey her neresiyse oraya, olmayan topraklarına dönmek istiyor, bu kez dönemeyişine susuyordu.

Durumun vahametini Mehmet’in yüzünden anlayan Akif, boşboğazlığına kızdı. Hiç istemeden arkadaşını üzmüş yarasına tuz basmıştı. Pişmanlık için bir çare düşünmeye başladı. Mehmet’in babasının geldiği gün, birbirlerini bu kadar çok seven babayla oğlun zorunlu ayrılmış olduklarını yüzlerinden anlamıştı. Öyle büyük bir özlem vardı ki o gözlerde ve öyle büyük bir acı vardı ki… Hele bir de Cafer’in anlattıklarıyla birleştirince arkadaşını yükünün çok ağır olduğunu anlamış kim bilir belki de üvey ana zulmüne maruz kaldı diye arkadaşına üzülmüştü. Ama bu konuda Mehmet’e bir şey sormamıştı. Lüzum görürse o anlatır diye düşünmüştü. Şimdi arkadaşının yarasının kanamasına sebep olduğu için bir şeyler yapmalıydı. Aklına gelen ilk şeyi sordu.

“Mehmet eğer bir planın yoksa bu yaz benim misafirim ol. Akşehir’e beraber gidelim. Anam bir sevinir ki sorma. Ha Mehmet? Gelir misin? “

Mehmet bir an duraksadı. İçini bir coşku kapladı yüzüne kan geldi Anlaması için biraz bekledi. Doğru mu duymuştu? Akif onu Akşehir’e davet ediyordu. Hem de üç aylığına. Bu yaz demişti. Misafirim ol demişti. Ne yani şimdi üç ay yalnız kalmayacak bir evde olacaktı. Bir ev… Hemen cevap vermedi. Bir süre düşündü. Akif’in durumunu düşündü. Olmaz dedi kendi kendine. Akif’in anası yazın tarlarda ırgatlık yapıp birkaç kuruş kazanıyor, kışın onun bunun evini temizleyerek Akif’i okutuyordu. Durumları pek iç açıcı değildi. Bir de Mehmet gidip yük olamazdı. Yüzünü yine gölgeler kapladı. Akif durumunu anlamıştı. Kabul etmeyecek diye düşündü. İçini saran vicdan azabıyla ağzında çıkanları sabırsızlıkla bekledi.

“Sağ ol Akif.  Düşünmen yeter ama gelemem.”

“Neden ama? Bana yoldaş olursun. Hem dedim ya anam da çok sevinir. Pek sever anam misafiri. Bir de gençse, bir de okuyorsa. Hele bir gör nasıl pervane olur. Hem beraber tarlaya gideriz, harçlığımızı çıkarırız belki para bile biriktiririz.  Bilirsin oğlum işte bizim oralar da yazın iş eksik olmaz. Tarlası var, vişnesi var, kirazı var, sonra yine tarla var. Var oğlu var. Hiç boş kalamayız. Gel işte be…”

Sesi öyle yalvarırcasına çıkınca Mehmet arkadaşına kıymamıştı. Onun yerinde bende olsam böyle yapardım diye düşündü.”

“Ilgın’a giderim belki?”

“Eğer öyleyse bir şey demem. Ama burada falan kalırsan dinim hakkı için hakkımı helal etmem.”

“Tamam, be oğlum, hemen hak hukuk sokma aramıza. O zaman gelince bakarız.”

“Bak bunu söz sayıyorum ha!”

Gülümseyerek tamam dedi. İçinde ve yüzünde rahatlığın izi vardı.

Mehmet ve Akif Cuma günü ikindi vakti yola çıktı. Mehmet Aysel’le son buluşmasında vedalaşmış, Aysel bekleyeceğine dair söz vermişti.

Konya’dan çıkıp Kadınhanı’na gelene kadar kaskatı kesilmiş, hiçbir şey hissetmiyor düşünmüyordu. Güneş bulutsuz gökyüzünün maviliğinde pırıl pırıl salınıyordu. Ekinlerin yeşilliği eşliğinde Ilgına yaklaşıyor, yaklaştıkça boğazına bir yumru oturuyordu. Ilgına 10 km kalmıştı. Şeker fabrikasından çıkan dumanın isiyle karadı içi. Sanki çıkan dumanlar doğrudan Mehmet’in gözüne kaçıyor yakıyordu. Çok değil 5 km daha gittikten sonra yanan gözlerini kapadı. Ilgından geçene kadar sessizce düzenli nefesler alarak kendini uyuttu.

Gözlerinin önünde babasını çolak makinenin başında oturmuş görüyordu. Mehmet dükkâna girince makinenin başından kalkan babası ona doğru yavaş ve emin adımlarla yaklaştı. Sarılıp omzunu kavradı, içten bir gülümseme vardı dudaklarında. Biten ayakkabıyı verip topuklarını çakmasını söyledi. Mehmet ve Hüseyin karşılık oturup hiç konuşmadan birbirlerine sevgiyle bakarak ayakkabı diktiler.

Gözlerini açtığında Ilgını geçmişler Argıthanı’na yaklaşmışlardı. Gözlerinde akan iki damla yaşı elinin tersiyle sildi. Akif’e bakmamak için cama iyice yaklaştı. Akif onu bu yolculukta yalnız bıraktı. Arkadaşının içindeki zehri gözlerinden akıtacağını bildiği için utanmasını istemedi. Otobüs Doğanhisar sapağının oradan geçerken Mehmet etrafta haşhaş tarlalarının sergilediği güzelliğe gözü kapalı bakıyor, için için ağlıyordu.

Akşehir garajında durdular. Diğer yolcuların inmesini bekleyip, birbirlerine bakıp gülümsediler. Son yolcuda geçince oturmaktan uyuşmuş bacaklarını sallayarak açmaya çalıştılar.  Daha sonra çantalarını alıp Hapishanenin oradan yürümeye başladılar. Yol boyunca susan Akif, daha fazla susmaya niyetinin olmadığını hemen belli etti.

“Bak Mehmet solda Nasreddin Hocanın Türbesi bulunuyor. Gel de şurada bir Fatiha okuyalım…”

Durdular, türbeye dönüp ellerini açtılar. İkisi de aynı anda başlayıp aynı anda Amin dediler. Ellerinin yüzlerine sürerek türbeye doğru üflediler.

“Ne güzel bir lütuf biliyor musun? Nasreddin Hocanın burada yaşayıp benim geçtiğim yoldan geçtiğini, içtiğim çeşmeden su içtiğini,  buraya dünyanın merkezi dediğini bilip de Akşehir’de yaşamak. Gölün oraya gittiğimde göle doğru bakıp huzurla dolmak…” “İçten gülümsedi, gözleri minnet doluydu. “Bence “diye devam etti “dünyanın en büyük adamlarından biriydi. Fıkralarıyla, sorunlara bulduğu çözümlerle, adaletiyle ve en önemlisi hazır cevaplığıyla gerçek bir Hocaydı. “Eliyle Türbeyi gösterdi.

 “Aa bak işte orada tamda dünyanın ortası dediği yerde yatıyor.”

Mehmet gösterdiği yere bakıp,

“Fıkralarını çocukken çok okurdum. Her fıkrasında da gülerdim. Ne yalan söyleyeyim Mezarını görmeyi hep istemişimdir. Böylesine komik birinin mezarını merak etmişimdir. Bildiğim kadarıyla; Nasreddin Hoca ölünce insanları görmeyi çok istediği için mezarına pencere istemiş. Taşını yaparken küçük bir delik bırakılmış. Öylemi?”

“Türbe hakkında birçok rivayet var. Hangisi gerçek dersen bilmem. Ama birinde. Nasreddin Hoca Dönemin zengininden (veya Timur’dan) anıt yaptıracağım diye 10 altın istemiş. Her zaman cömert olmaya zengin sırf merakından Hocayı geri çevirmemiş 10 altını vermiş. Hoca da boş bir tarlaya evsiz bir kapı yapmış, üstüne de koca bir asma kilit takmış. Üzerine birileri bir ahşap çatı dört ahşap direk ilave ederler diye düşünmüş. Bunu duyan zengin ve saraylılar kahkahalarla gülmüş.

Hocada durur mu vermiş cevabı.

“Torunlarınız sizi ziyaret etmek için yüksek taş binalara gözyaşları ile girerken, benim mezarıma şenlikle gelecekler ve kapısında gülmekten yaş dökecekler demiş. (4)

 

“ İlahi Nasreddin Hoca, tam da ona göre bir rivayet” deyip gülümsedi. Bugün içerisinde ilk gülümsemeydi. Kim bilir beklide Nasreddin Hoca ona şimdi pencereden bakıyor ve gülümsüyordu. Pencere bunun içindi galiba. Bu düşünce ile tekrar gülümsedi.

 

 

 

 

 

4: Kaynak: Türbetül Merhum/ Nasreddin Hoca Türbesi. Mehmet Koç