Otobüse binerken son kez baktı köyüne. Daha bu yaşta üzerine yüklenen yükten habersiz, babasının umudu Mehmet... Anasını, kardeşlerini burada bırakıp gitmek hiç de aklına gelmemişti. O hayallerinde hep onlarla birlikteydi. İçinde kocaman bir boşlukla, bir de babasıyla kalakalmış, hayallerine gidiyordu.
Babasının çekiştirmesiyle kendine geldi. Anasının, kardeşlerini, koyunlarını çocukluğunu bu kurak topraklarda bırakıp otobüse bindi. Can evinden yaralı, aslan babasıyla…
Onun köyden ayrılışıydı, bu kurak topraklarda kuraklaşmış, yozlaşmış bu küçük çoban bir daha bu köye adım atmayacaktı. Hasret denilen şey sevdiğine duyulurdu, oysa o şimdi bu gözlerindeki yaşlarla bulanıp kaybolan bu köyden nefret ediyordu. Otobüs hızlandıkça o geleceğine yaklaşıyor, beyni anasının kardeşlerinin yüzlerini, gözleri ise yavaş yavaş bu geçip giden tarlaları bir bir siliyor, o geleceğe koşuyor, geçmiş ise eksiklerle kaybolup gidiyordu.
Hüseyin iki damla yaş ile veda etti doğduğu bu vefa bilmez topraklara. Yanında 7 yaşındaki oğlundan başka neyi kalmıştı ki? İçindeki yangını söndürememiş, içten içe yanıyor, dumanı ise yalnız kendi gözlerini yakıyordu. Tarlaları yok paraya satmıştı. Daha durmanın bir manası yoktu.
Gözleri yanındaki biricik Mehmet’ine takıldı. Nasılda her şeyden habersiz duruyordu. Ama yok, akıllıydı onun oğlu. Bu vakar duruşu habersizliğinden değil, kabullenişindendi. Sükût; bilmemekten, anlamamaktan ibaret değildi. Mehmedi bu yaşta başına gelenleri kabullenmişti.
Otobüs Ilgın garajında durdu. Hüseyin içini bir korku kapladı; ya yatacak yer bulamazsa… Şuncacık çocukla ne yapardı? İnip, baba oğul birkaç parça eşyaları bulunan bohçayı aldılar. Köşedeki lokantada birer çorba içtiler. Ah şimdi Fadime’nin tarhana çorbası olaydı. Hüseyin aklından bu düşüce geçince yangın yeri dağlandı sanki. Hesabı ödedi, kapıda bir tütün sardı. “Haydi Hüseyin oyalanmanın manası yok, başımızı sokacak bir dam bulmalıyız.” dedi.
Yol boyu yürüyüp ev baktılar. Osmanlı evlerinin oradan aşağıya doğru indiler. Birkaç ev baktılar ama bu ev sahipleri pek insafsızdı. Ev demeye bin şahit isteyen yerlere tonla para istiyorlardı. Sanki evi satacaklardı. Ayakları yürümekten acımış, karınları acıkmıştı ama yılmak yoktu. Akşam alacası çökmek üzereydi. Tez zamanda ev bulması lazımdı.
Kendi neyse de Mehmet de yürüyecek hal kalmamıştı. Yürüye yürüye Gözü büyük camiye vardılar. Şadırvana oturup soluklandılar. Hüseyin caminin bahçesinde ki mezar taşlarını görüp Fatiha okumaya başladı. Herhalde evliyalardı. Mezar taşların üzeri yeşil, yazıları ise eski dilde yazılmıştı. Duasını ettikten sonra mübarekleri daha fazla rahatsız etmeyelim diye, Mehmedinin elinden tutup yürümeye başladı. Henüz 20 metre ancak gitmişti ki, bir ev gördü. Camında kâğıt asılıydı. İçeriye baktı boştu. Heyecan içinde yandaki evin kapısı çaldı.
İnce uzun boylu, saçı sakalı ağarmış, bir adam çıktı;
“Selamün aleyküm hemşerim. Rahatsızlık verdim. Kusuruma bakma.”
Adam bir Mehmet’i, bir Hüseyin’i süzdü. Halleri dilencilere benzeyen bu insanları baştan ayağa süzdü. Eliyle çenesini kaşıyıp, bu saatte gelen hayır mı acaba diye düşündü.
“Aleyküm selam. Buyur arkadaşım.”
“Ben yandaki evi soracaktım da; ev arıyoruz. “
“ Haa o ev mi? Kiralık hemşerim. Sahibi de, şu bahçeden dolan arkadaki evde oturur.”
“Sağ olasın hemşerim.”
“Sende sağ ol, selametle.”
Adamın tarif ettiği gibi bahçeden dolaştı Hüseyin. Eve şimdiden ısınmıştı. Sağı solu, arkası bahçeydi. Böyle bir yeri değerlendirmemişler bomboş bırakmışlar. Hüseyin buradaki otları temizler adam ederdi. Bahçenin sonu başka bir evin bahçesine çıkıyordu. Buradaki bahçeyi ekmişler, arkadaki kümeste kazlar, tavuklar, horozlar vardı. Kümesin önünde bir de köpek bağlıydı. Herhalde ev sahibin evi burası olmalıydı. Yan taraftan dolaşıp evin kapısı çaldı. Kapıyı ufak tefek boylu, orta yaş da bir adam açtı. Beyaz yüzlü, kırlaşmış saçları ensesine kadar geliyordu. Evi gösterip görebilir miyiz diye sordu. Konuşarak birlikte yürümeye başladılar. Samimi bir adamdı.
“Eve bakacak birini arıyoruz hemşerim. Öyle çok parada gözümüz yok. Bak şurada benim evin yanında ağabeyim oturur. O terzidir, kazancı çok şükür iyidir. Bende bandana boya işi yaparım. Çok şükür geçimimi sağlayacak parayı kazanıyorum. Anlayacağın parayla işimiz yok. Baba yadigârı ev yıkılmasın, bir ocak tütsün yeter. Bak benim bahçeye kadar olan kısım senin. İstediğin gibi ek biç. Yandaki bahçeler bize ait değil. Evin içi de pek öyle bakımlı değil. Tuvalet dışarıda. 3 odası var, biri güneş görmez. Mutfak biraz küçük, çeşmesi yerde, salonu baya büyük ama… Hanım falan sonra mı gelecek?”
Tuttu bu evi Hüseyin. Ev sahibini çok sevmişti, belki arada yarenlik ederlerdi. Kirayı verdi, anahtarları aldıktan sonra içindeki yangın biraz daha körüklendi. Ah Fadime’si de burada olsaydı şimdi. Adam ederdi bu evi, bahçeyi de Hüseyin’e bırakmaz eker dikerdi. Selim Beyin sesiyle kendine geldi.
“Çocuk pek yorulmuş, haydi buyurun bize gidelim. Yemek yiyelim, üstüne birde çay içer biraz lakırdı ederiz. Şimdi sizin eşyanızda yangında yanmıştır. Hay Allah, size bir şilte ayarlarız, birde battaniye, hava o kadar soğuk değil, gerisini halleder gideriz Allah’ın izniyle. Demek sen okula gideceksin Mehmet? Ee söyle bakalım büyüyünce ne olacaksın?”
Başını kaldırdı Mehmet, gururla baktı Selim Beyin yüzüne;
“Büyük adam olacağım Selim Amca…” dedi.
…
Her şey yolundaydı da; içindeki ateş ne küllemiş, ne eksilmişti. Çocukları, Fadime’si gün geçtikçe burnunda tütüyor, yoklukları içini sızlatıyordu.
Mehmet okula başlamış siyah önlüğü sırtında, çantası elinde halinden memnundu. Hüseyin ise Lala Mustafa Paşa Külliyesinin civarında bir dükkân bulup kiralamış, ayakkabıcılık yapmaya başlamıştı. Kazancı da iyidi çok şükür. Ama iş eve gelince şaşıp kalıyor, eli ayağı birbirine dolaşıyordu. Tatsız tussuz çorbalar yapıyor, evi temizleyemiyor, sökükleri dikemiyor, çamaşırları bir türlü temiz yıkayamıyordu. Mehmet artık okula gittiği için yetemiyordu oğluna. Yetişemiyordu.
Mehmet dediğini yapmıştı oysa. Okulun en başarılı öğrencisiydi. En başarılı, en azimli, en uslusu ve en pasaklı öğrencisi… Zaman geçtikçe Öğretmeni Mehmet’ e azminden dolayı hayranlık duyuyor, garibanlığına ise kendince kızıyordu. Önlüğü toz içinde, pantolonu sökük, tırnakları uzun kir pas içindeydi. Hüseyin Mehmet’le her hafta hamama gider oğlunu bir güzel temizlerdi. Ama iş çamaşırlara gelince beceremiyordu işte, kadın işiydi bu, Hüseyin’in eline yakışmıyordu.
Elindeki kösele ayakkabının topuğuna son çiviyi çakmış, dükkânın içinde öylece düşünüyordu. Mehmet birinci ve ikinci sınıfı atlatmıştı ama bu yıl daha bir içine kapanmıştı. Arkadaşları onunla alay ediyor, pasaklı, pis diye dışlıyorlardı. Hüseyin ona yeni esvaplar alıyor ama çocuk işte hemen bir yerini yırtıveriyordu. Burada hiç arkadaşı yoktu Mehmet’in. Kafasını kitaplardan kaldırmıyor, sürekli okuyordu. İyidi ama bir arkadaşı olsa fena mı olurdu? Bu kadar içine kapanık, bu kadar pısırık olmazdı belki. Elindeki ayakkabıyı bırakıp, önlüğünü çıkardı. Bu tarihi yapının kokusunu içine çekti. İçi bir parça huzurla doldu.
Hüseyin dükkândan çıkıp, Kurşunlu camiye girdi. Şadırvanda abdestini aldıktan sonra bu görkemli yapıya baştanbaşa tekrar baktı. O severdi böyle tarihi yerleri, kapalı dükkânı tutarken, dükkân sahibine buraların tarihini sormuş, eski muallim Hasan Bey de anlatmıştı.
“Lala Mustafa Paşa Külliyesi 1576 1584 yılları arasında Mimar Kocasinan’a yaptırılmıştır. Ilgın Lala Mustafa Paşa Külliyesi, Osmanlı külliyeleri içinde önemli yer tutan yapılar topluluğudur. Lala Mustafa Paşa Külliyesi’nin çarşı ve kervansarayı ağırlık noktasını teşkil etmektedir. Ilgın’ın coğrafi konumu da göz önünde bulundurularak konaklama ve ticari amaç birinci planda tutulmuştur. Vakfiyesinde külliye; cami, sıbyan mektebi, imaret, tabhane adları, çarşı (arasta), iki han fırın, mutfak, medrese, hamam, kütüphane, dükkânlar, çeşme - şadırvan sebil, samanlık, odunluk, hela, görevli odalarından oluşmaktadır. Lala Mustafa Paşa Külliyesi zamanın önemli ilim ve ticaret merkezlerinden biridir. Lala Mustafa Paşa Camiinde tek minareli, tek kubbeli kare planı uygulanmıştır; minber, mihrap, kürsü, mahvil ve iç süslemeler açısından orijinal mimari özelliklere sahiptir.
Lala Mustafa Paşa; devşirmeden yetişen bütün devlet ricali gibi Mustafa’nın da hayatının ilk devresi hakkında pek az şey bilinmekte olup, 1556’da Şehzade Selim’e lala tayin edildikten sonra önemli bir şahsiyet olarak tanınmaya başlamıştır. (1) Kaynaklarda Yavuz Sultan Selim zamanında ( 1512-1520) kardeşi Deli Hüsrev Paşa vasıtasıyla saraya alındığı, bir süre Kanuni Sultan Süleyman'ın berberbaşılığında bulunduğu da belirtilir. Daha sonra sipahi oğlanları zümresine giren Mustafa Ağa çaşnigirlik ve küçük mirahurluk yaptı. Rüstem Paşa'nın veziriazamlığı sırasında ( 951/1544) yeniden çaşnigirliğe getirildi ve Safed sancak beyliği verilerek İstanbul'dan uzaklaştırıldı. Ardından 5 Şaban 964'te (3 Haziran 1557) Şehzade Selim'e lala oldu. (2)
Derin bir iç çekti eski muallim bey. Hüseyin’in omzuna elini koymuş, dost gözlerinde gururun iziyle;
“Helal olsun Hüseyin Bey, bu caminin tarihini merak etmemiştir. Tarihi eser olduğunu bilirler ama üzerine düşmezler. Tarihten onlara ne ki? Öyle olmasa bu tarihi kaderine terk ederler miydi? ” diyerek sitem etmişti.
Bu büyük yapıya girip, namazını kıldı. Vecd ile ellini açıp, Allah’ına sığındı.
“Ey yaratıcım, ey âlemlerin Rabbi; sana sığındım, senden yardım dilerim. Fadime’m ölünce tek başıma oğluma yeterim sandım. Amma velâkin, gördüm ki yanılmışım. Durumum müşkül, oğlum okulda çocukların alaylarına maruz kalmakta, bu onun derslerine de tesir etmekte. Yüce Allah’ım isterim ki; Mehmedime analık edecek, mülayim, temiz süt emmiş birini çıkar karşıma. Benim bu saatten sonra bir hanıma ihtiyacım yok, lakin Mehmedimim anası olsun isterim. Sen hayırlı olanı nasip eyle…”
(1: Ahmet Semih TORUN, “Lala Mustafa Paşa ve Vakfiyeleri”, Tarihi Kültür ve Sanatıyla Eyüp Sultan Sempozyumu X, S.369)
(2: Bekir KÜTÜKOĞLU, “Lala Mustafa Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C:8, S.73)
Çaşnigirlik: Osmanlı döneminde saray sofracısı.
Mirahurluk: Osmanlı Sarayı'nda at işlerine bakan memura verilen bir ünvandır.
Ey benim Vaham;
Ey benim Şarkım;
Bülbülüm.
Ey benim Garbım;
Gülüm.
Sergüzeştim.
Meddahım, seninle çağlarım.
Seninle coşar, yalnız sana ağlarım.
Seyyahım, her yol sana çıkar
Her yolculukta sana göç eylerim,
Bu ucube dünyada sensiz müşkülüm,
Akıbetim sen,
Ebediyetim sen,
Bu fani acize merhamet eylesen…
Asudem:
Ezeli mecnunum,
Hilkatte sana muhtacım.
Sonsuz müsamanla,
Tenezzülünle,
Mütemadiyen bahtiyarım.
Maamafih; senden mahrumum.
Ey benim;
Gazabım, ezelim, akıbetim, hazzım, şarabım,
Asudem, vaham, zaafım…
Sensiz bu dünya denen kumpanyada,
Gafil bir umacıyım.
Tevekkül içinde yalnız sana
Sığınırım…
Affet beni Fadimem…
(Vaha: Çöllerde su
Şark: Doğu
Garb: Batı
Sergüzeşt: Serüven, Macera
Meddah: Taklitler yaparak, hoş hikâyeler anlatarak eğlendirmek işi.
Seyyah: Gezgin
Ucube: Eçiş bücüş
Müşkül: Zor
Akıbet: Son
Ebediyet: Sonsuzluk.
Aciz: Güçsüz
Asude: Sakinlik
Ezeli: Öncesiz
Hilkatte: Yaradılışta
Müsama: Hoşgörü
Tenezzül: Alçak gönüllülük
Mütemadiyen: Sürekli
Maamafih: Bununla beraber.
Mahrum: Yoksun
Gazab: Öfke
Zaaf: Düşkünlük
Kumpanya: Tiyatro
Gafil: Bilgisiz
Umacı: Korkunç hayali yaratık
Tevekkül: Boyun eğiş)
Hüseyin camiden çıkıp dükkânına geldi. İçi birazda olsa huzurla doldu. Radyoyu açtı. Kanalı ayarlamaya başladı. Alparslan Türkeş’in sesi duyuldu, sesini biraz açınca olduğu yerde kalakaldı.
“Sevgili Vatandaşlar, bugün demokrasinin içine düştüğü buhran
Ve müessir hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgasına meydan
Vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri, memleketin idaresini
Ele almıştır. Bu harekâta silahlı kuvvetlerimiz, partileri içine
Düştükleri anlaşmaz durumdan kurtarmak ve partiler ustu bir idarenin
nezaret ve hâkimliği altında en kısa zamanda adil ve serbest
Seçimler yaptırarak, idareyi hangi tarafa mensup olursa olsun,
Seçimi kazananlara devir ve teslim etmek üzeregirişmiş
Bulunmaktadır. Girişilmiş olan bu teşebbüs, hiçbir sahsa veya zümreye
Karsı değildir…”(AKTARAN, BOZTEPE,2007,36-37)
Darbe olmuş, asker darbe yapmıştı. Dükkânı kapatıp hemen evine koştu. Ne olacaktı şimdi…
Mehmet için günler birbirinin aynısıydı. Sabah okula gidiyor, teneffüslerde çizgi romanlarını okuyor, arada arkadaşlarını uzaktan seyrediyor okul bitince evine gidiyordu. Akşam babası gelince bazen bulaşık suyuna benzer çorbadan yapıyor, bazen de Müşerref teyzesinin verdiği yemekleri yiyorlardı. Sonrası ise ödevlerini yapıp yine çizgi romanlarına dönüyordu. Onun dünyası Tommiks, Zagor, Redkit, Karaoğlan ve Kara Murat’tı. Onlarla maceradan maceraya atlar, insanları kurtarır, kahraman olurdu. Gece rüyasında aynı hikâyelerin kahramanı kendi olarak tekrar yaşardı.
Bazen öğretmenin sözleri kulaklarında çınlar, arkasına bakmadan çılgınca buradan gitme isteği duyardı.
“Seni buralarda köreltirler Mehmet, sen büyük adam olmalısın. Buralarda olmaz ama büyük şehirlerde… Çok akıllısın böyle devam et. Fakülteyi kazan git oğlum buralardan. Buralar insanı geriletir ilerletmez.. ” Böyle söylemişti öğretmeni Mehmet’e. İç çekişiyle sırtını sıvazlamış devam etmişti. “Ülkemiz zor durumda Mehmet, bu ülkenin senin gibi zeki akıllı çocuklarına ihtiyacı var. Atatürk size emanet etti bu ülkeyi. Baksana şu halimize! Asker yönetime el koydu evlat Allah sonumuzu hayır etsin. Bunda sonra daha da karışır bu ülke. Hay Allah bende tutmuş sana neler anlatıyorum. Anlamak için daha küçüksün.”
“Anlıyorum” demişti Mehmet. “Anlıyorum öğretmenim. Adnan Menderes başkanımız onu hapse atmışlar. İhanet etmiş. Babam dedi. Babam okuduğum kitaplara baktı. Kitap okumak yasakmış. Öğretmenim askerler kitap okumasını sevmez mi? Neden yasakladılar?”
Bir çocuğun gözünde 27. Mayıs 1960 darbesinin izleri bunlardı. Mehmet ne askeri yönetimin, ne darbenin ne de Adnan Menderese yapılanların farkında değildi. O okuduğu kitapların yasaklar listesin olup olmadığındaydı. Bir kitap ne kadar zararlı olabilirdi ki yasaklansın. Etrafında zararlı daha çok şeyler olurken, özellikle insanlar bu kadar zararlıyken bir kitap ne yapabilirdi ki? Mehmet işin içinden çıkamıyordu. Küçük beyni bunların cevabını bulamıyor en iyisi büyüyene kadar bekleyip buralardan girmek diyordu.
Tabii ki babasını da yanında götürecekti. O buraların insanı değildi. Daha büyük yerlerde daha büyük işler yapmak için vardı. Bunları içinde hissediyor, kafasının ta içinde bir gün buradan ayrılacağının hayalini kuruyordu. Belki o da bir gün kitaplardan yasakları kaldırırdı…
…
Selim Bey, Mehmet’le Hüseyin’i yemeğe çağırmıştı. Müşerref hanım sofrayı kaldırdıktan sonra çay getirdi. Beyler tütünle birlikte çaylarını içiyorlardı. Mehmet Selim Beyin büyük oğlu Hasan’la oynarken kulağı onlardaydı. Babasına kızıyordu. Selim amcanın karısı Müşerref Teyze bir kadından bahsediyor babası da olmaz ben Fadime’den sonra kimseyi istemem demiyordu. Aksine yetişemiyorum diyordu. Baş edemiyorum diyordu. Mehmet ne yapıyordu ki babası bu kadar şikâyet ediyordu? Elinden geldiği kadar babasına yardım ediyor, derslerine çalışıyordu. O hiç şikâyetçi değildi ki hayatından. Başka bir kadın gelirse nasıl olurdu? Ya babasını elinden alırsa? Kimi vardı ki başka? Ya o kadın Mehmet’i sevmese? Okulda bir arkadaşı vardı. Mehmet’in tek arkadaşı Sümeyye… Annesi ölünce babası başka bir kadınla evlendi. Önceleri Sümeyye çok sevinmişti ama sonra sessizleşti. Mehmet’le de konuşmaz oldu. Artık Yüzü hiç gülmüyordu. Mehmet yanlışlıkla koluna dokunduğunda Sümeyye’nin canı acımıştı. O zaman söylemişti Mehmet’e. Analığı dövüyormuş Sümeyye’yi “ okula bir daha göndermeyeceğini söylüyor” demişti. Mehmet dişlerini sıkmış o zaman, Zagor, Tommiks ya da diğerleri olmak değil de Sümeyye’nin kahramanı olmak istemişti ama olamamıştı. Çünkü Sümeyye bir daha okula gelmemişti. O da yapılması gereken şeyi yapmış öğretmenine söylemişti. Öğretmeni evine gittiği zaman“ kız çocuğunun bu kadar okuduğu yeter” denmiş kapıdan kovulmuştu. Mehmet’in ilk kalp yarası bu olmuştu. Şimdi aynı şeyler onun da başına gelirse…
“Valla Hüseyin, kadına ben kefilim. Namuslu, temiz süt emmiş biri. Genç yaşta dul kadı zavallı, kimi kimsi de yok. Allah, kitap bilir vicdanlıdır da haa Gülcan. Mehmet’e de analık yapar. Yas dediğin öyle3 yıl sürmez. Allah rahmet eylesin giden gitmiş ama bak bir oğlun var. Gülcan’dan iyisini bulamazsın.”
Babasının parlayan gözlerini görünce içi sızladı Mehmet’in. Ne çabuk unutmuştu anasını…