Sabah erkenden kalkıp, poğaça simit aldım Ayşegül’e haber verip, dükkâna geçtim. Kamil Reis uyanmış çayı demlemiş elinde kitap oturuyordu.

“Sen hiç uyumaz mısın üstadım?”

“Sana da günaydın evlat.”

“Günaydın üstadım.”

“Şimdi sorunu cevabına gelince; Hayat kısa evlat, uykuyla vakit harcanmayacak kadar kısa…”

“Haklısın, üstadım. Çay hazır mı?”

“Hazır evlat, yine fakirin sofrası zengin galiba?”

“Eh olsun o kadar.”

 Masadaki laptopu kaldırdım, gazeteyi serip simit ve poğaçaları çıkardım. Üçgen peyniri açtım. Aşağıya inip domatesleri yıkayıp tabağa dilimledim. O sırada Ayşegül de gelmiş, hep birlikte oturduk sofraya. Muğla da ki ziyaretten bahsettim ikisi de çok sevindiler. Üstat;

 “Baba ile evlat arasında ki küslük, kar altında kalan papatyalara benzer. Önce üşütür, sonra üzerini bir soğuk kaplar soldurur. Ama bahar geldi mi işte o zaman daha bir güçlü çıkar toprağın içinden. Bahar bir geldi mi evlat, koparsalar da direnir papatyalar…”

Ayşegül’ü derin bir hüzün kaplamıştı. Ne kadar gizlemeye çalışsa da yüzüne yansımıştı. Konuyu değiştirmenin tam zamanıydı.

“Ee Ayşegül, düğün ne zaman?”

“ Yaza yapacağız Allahın izniyle…”

“Hayırlısı canım.”

“Hayırlı olsun Evlat.”

 Kamil Reis ona evlat dediyse Ayşegül’ü sevmiş, bir daha bırakmaz demekti. Ayşegül de bunun bilincindeydi. Minnet dolu gözlerle Kamil Reise baktı sonrada dayanamayıp elini öptü.

“Reis benim baharım ne zaman gelecek?”

“Sabredeceksin evlat, baktın olmadı, bir papatya da sen ekersin toprağa…”

 Ayşegül’ün bu durumu beni üzdü. Hiç hissettirmemişti bu güne kadar babasına olan özlemini. Belki de aile kurma aşamasında anlamıştı o da. Kendini toparlayıp, makyajını bozmadan yüzünü yıkadı ve büroya geçti. Akşam Kamil Reisin davetine gelemeyeceğini kayınvalidesine yemeğe gideceğini söyledi.

“Eee yine bana kaldın üstadım.”

“Canla başla be evlat…”

Kamil reis gidince aldım kitabımı elime günlük hayatıma geri döndüm. Baktım, kafamı veremiyorum kitabı kapatıp, laptopu açtım. Yeni bir Word açıp bekledim.

 “Aşk, ilahi aşk, sonsuz aşk, üç harf tek kelime den oluşan, dünyanın anlamını taşıyan aşk… Aşk hakkında bir sürü tevatür var, ama en gerçeği sanırım vuslata eremeyen aşkın gerçek  olduğu. Seninle bir ömür yaşayan, ilahi aşkın sırrı olduğu… Hala tüketilmemiş olmasından dolayı galiba. Şimdi ki zamanda ise aşklar, küçük düşürülmekte. Bir gün biriyle, ertesi gün başka biriyle gezen âşıklar, yollara sokaklara isimler yazan gençler, aşkın daha ne olduğunu bilmeden aşkı tüketiyorlar. Aşkın anlamını kavramak için yanmak gerekir. Gece gündüz, hiç sönmeden, hiç bitmeden, yeniden yeniden yanmak… Oysa sevdiğini ismini yollara yazmışsın, bağırıp çağırıp ağlamışsın, ertesi gün ise yeni birini bulmak için kafelerde, alış veriş merkezlerinde, yollarda sokaklarda, gezip dolanmışsın, sosyal medyada durumunu ilişkiye açık yapmışsın: Tutmuş bir de bunun adına da aşk demişsin. Yok, öyle arkadaş! Aşık oldun mu, susarsın, gözlerine bakar susarsın. Konuşamaz sadece dibine kadar susarsın. Sen susarsın, bir bakarsın o senin aklında kalbinde konuşuyor. O beden, artık sana ait değildir. Aşka adamışsındır. 

Her şey tamda bir sen eksiksin.

Çayını koydum daha bekletecek misin?

Gökyüzünün maviliğini al da gel.

Ay ışığında kayboldum, güneşim ol gel…”

Laptopu kapatıp, semaverin fişini çektim. Bardakları yıkayıp, tam çıkmak üzereyken bir müşterim geldi.

“Dostoyevski’den Budalayı arıyorum. Var mı?”

“Var” dedim, hemen raftan iki ciltlik kitapları alıp müşterime uzattım.”

 Adam da parayı ödeyip gitti. Onu tamamen çıkmasını bekleyip, arkasından toparlandım bende çıktım. Dışarısı hala soğuk, bu karda kışta teknede rakı balık akıl işi değil. Kaşe kabanıma iyice bürünüp, içinde de büzüştüm. Boynumdaki şalımın içine sakladım yüzümün yarısın. Sahile vardığımda Kamil Reis hazırlıkları yapmış bekliyordu.

“Üstat, rakı balık için biraz soğuk bir hava var galiba…”

“Sohbetimizle ısıtırız evlat bizde, hem bak burada odun sobamızda var.”

 Teneke kutunun içine odunları atıp yakmış ellerini ısıtıyordu. Altına da ızgara koymuş teknesini koruyordu. Tekneye geçip bende eldivenli ellerimi cebimden çıkarıp, odun sobasına uzattım. Masada tabi ki masaydı, sandık demek haksızlık olurdu. Masada 3 bardak olunca sordum;

“Hayırdır biri daha mı gelecek?”

“Bir misafirim daha var evlat. Senin için sorun olur mu?”

“Eğer misafir, senin misafirinse sorun yoktur üstadım.”

“Eyvallah” dedi. Derin bir nefes alıp başladı.

 

Dolaştığım denizlerce düşünüyorum,

Bineceğim son gemi değil midir?

Hayır sahibi omuzlarda giden tabut.

Herkes gibi teselliye muhtaç olsaydım eğer,

Derdim ki;”Elbet bir ağlayanım olur benim de;

Ramazan geceleri Yasin okuyanım,

Baharda kabrime menekşe getirenim de.”

 

Fakat bütün bunlar da olur,

Yine tasa etmem,

Yine kırılmam kimseye.

Ben aşk adamıyım,

Sevmeye geldim insanları,

Gönlümle, elimle, kafamla sevmeye;

Hesapsız, karşılıksız,

Ayrılık gayrilik gözetmeden…

Gün gelip gidersem şayet,

Öyle severekten gideceğim ki,

Karanlık kıyılardan bile olsa,

Candan selamlarım,

Civarımdan geçecek gemileri;

Güneşli gemileri;

Şarkılı gemileri;

İçlerinde kendim varmış gibi!

“Aşk Adamı…”

“Aşk Adamı, Cahit Sıtkı Tarhancı…, Var mı seninde yazdığın şiirlerin?”

“Hayırdır üstadım, Filozofluktan şairliğe mi geçiriyorsun beni?”

“Âşıksın ya, evlat ondan soruyorum.”

“Her aşık şiir yazabilir mi üstadım?”

“Aşkın şair yapamadığı, aşık mı var evlat?”

Bunun üzerine düşünmedim. Denize baktım, ateşe baktım ellerimi uzattım, ısınamadım.

“Akşamüzeri bir başka seviyorum seni,

Eğer bir nedenden dolayı kızgınsam kendime,

Dünyaya, insanlara,

Eğer bir başka öfkeli bakıyorsam hayata.

Eğer bir yerlerde sessizce demlenmişsem,

Kafam biraz iyiyse yani,

Akşamüzeri özlüyorum seni.

Günbatımında gör beni,

Ey bir gülüşü ile beni meftun eden sevgili.

Akşamüzeri bir başka seviyorum seni…

Benim şairliğim bu kadar üstadım, gün batımına kadar.”

 

“Öyle uzun cümleler kurmasam,

Kitaplardan alıntı yapmasam,

Hüzünlü şiirler yazmasam mesela,

Kısaca “seni seviyorum” desem.

Ne dersin?”

 Bu sesi tanıdım, kafamı çevirdim, yüzüne bakarken korktum. Rüyada mıydım? Bu kez yüzü seçiliyordu. Duran ayaklarım, benim komutum dışında ona doğru adım attı. Kollarım benim dışımda boynuna dolandı. Burnum onun kokusuyla doldu. Ben aşka koşamadım, ama aşk bana koştu. Teşekkürler Allah’ım… Teşekkürler üstadım…

 

“Kolay gelsin?”

“Sağ ol evlat buyur?”

“Kitap alacaktım?”

“Var mı aklında bir kitap?”

“Evet, ben…” Durdu. Raflara baktı. Etrafa baktı. Aradığını bulamadı.

” Aslında kitap almayacağım. Teşekkürler.”

“Dur bakalım evlat, almak zorunda değilsin. Taze çayımız, sıcak sohbetimiz var. Buyur gel.”

 Oturdu karşıma, tıpkı anlattığı gibiydi. Gözleri hala ondan bir iz arıyordu. Sonunda aradığını bulmuş gibi gözleri parladı.

“Bir şey sorabilir miyim?”

“Tabi evlat, al bakalım şu çayı, için ısınsın biraz.”

“Bu şal, kimin acaba?”

“Haa o mu? Bizim kızın.”

Yüzü gölgelendi. Dayanamadım devam ettim.

“Bizim Ela kızın buranın sahibi.”

Birden heyecanlandı;

“Nerede kendisi acaba?”

“Önce sen anlatacaksın evlat” dedim. Gözleri parladı, onu tanıdığımı anladı. Derin bir nefes aldı. Sonra çaya şeker atıp karıştırdı, karıştırdı, karıştırdı. Başladı bizin âşık anlatmaya;

“Gel diyemedim ona. Belki de gelmeyeceğini bildiğim için. Belki de gelmesini istemediğim için. Emin değildim duygularımdan son güne kadar. Ne yalan söyleyeyim zamanla atlatırım diye düşündüm. Ben hızlı yaşadım biraz hayatı. Yani kadınlar, alkol, türlü saçmalıklar. Hiçbir kadının karşısında onun karşısında tutulduğum gibi tutulmadım. Onda bir şey vardı. Büyü, evet bir büyüsü vardı. İstanbul’a gelince yine eski hayatıma döndüm. Alkolle, kadınlarla kendimi oyaladım. Ama olmadı… Baktığım her yerde o vardı. Herkesin yüzü onun yüzüydü. Dayanamadım kasabaya tekrar gittim. O yoktu. Gitmiş. İstanbul’a dönmüş. Bir yandan sevindim, bir yandan üzüldüm. Onu nasıl bulacaktım bu kalabalık şehirde. Sonra tam dönecekken, tesadüfen komşuları Halime Hanımla karşılaştım. Teyzesinin hasta olduğunu, onun için döndüğünü söyledi. Sonra yolda kaza yapmış, Güneş Hanım ölmüş. Ela’nın hastaneye kaldırıldığını, durumunu bilmediğini, sadece ağır olduğunu söyledi. Kaza yerinde kasabalı biri daha varmış. O anlatmış. İstanbul’a döner dönmez yakın arkadaşlarımı, çevremi devreye sokup Elanın kaldığı hastaneyi araştırdım. Sonuçtan korkuyordum. Bulamamaktan. Yada bulup da kavuşamamaktan.. Sonunda buldum, ama taburcu olmuş. Hem sevindim yine hem üzüldüm. Bu kız bana ne yaptı ki? Bütün duyguları aynı anda yaşattı. Hastaneden adresini aldım, orada da yoktu. Bekledim gelmedi, beklemekten vazgeçmedim bir süre ama o yine gelmedi. Ertesi yine gittim, sonra yine gelmedi. Sarışın bir kadını bir adamla evden kol kola çıkınca yanlış adres diye düşündüm. En son buraya bir arkadaşım gelmiş, Ela ile biraz sohbet etmişler. Sohbetten bahsedince, Ela’yı tarif ettirdim, oydu. Ama şimdi sizi burada görünce…”

“Hayal kırıklığına uğradın.”

“Öyle demeyelim de. Yeni bir arayışın beni beklediğini düşündüm diyelim.”

“Ela yarın dönecek evlat. Ben Kamil Reis, buranın emanetçisiyim.”

“Memnun oldum ben de…”

Cümlesini tamamlamasına izin vermedim.

“Komutan, yani Mehmet”

Gözlerinde ki gülümseme, aşkı anlatmaya yetti. Onu o gün gönderdim. Teknenin yerini tarif ettim. Yarın bekliyorum dedim.

İşte böyle sevgili okur. Bizim Ela kızın hikâyesi burada bitmez. Yeni başlar ama bu kez aşkla başlar…

“Ee efsun gözlüm, biz ne yapalım? Bence de en iyi bildiğimiz şeyi yapalım. Kısmetimizi denizde arayalım. Dur hele gıcırdama hemen, daha zamanı var. Ne demişti bizim Filozof;

Yaşıyoruz be üstadım işte; Her zamanki gibi işte, öylesine rastgele…

 

 

Hiçbir acı kalıcı değildir aslında;

Onları kalıcı kılan biz insanlarız.

Ne kadar özlersek, o kadar acıtırız içimizi…

Biz buna acıya bağımlılık diyoruz.

Tek kötü alışkanlığımız.

Hayattaki tek servetimiz,

Vazgeçemediğimiz…

Biz acıya özlemimizi katmışız,

Sabah akşam katık yapmışız…

 

SON