Bu iddia, benim değil! Araştırmacılar doğduğum ilçeyi; ülkemizin sakin şehirleri arasında en başa yazmışlar.
Bu görüşün yaygınlaşmasında, Yalvaç'ın kaygılardan uzak ve sakin bir yaşam yeri olmasının payı olduğu kadar; dünya çapındaki en yaşlı ve en dinç ağacın orada bulunmasının payı da vardır.
Binlerce yaşındaki Yalvaç'ın koca çınarı, gölgesi ve yapraklarıyla öyle bir huzurlu ortam yaratmıştır ki; dallarının altındaki gölgelik; yirmi kadar kıraathane tarafından parsellenmişti. Her kahvenin ayrı boyada işaretlenmiş masa ve sandalyeleri vardı. Hepsinin yerleri aralarında belirlenmişti! Çizgiler yoktu, fakat hiçbiri diğerine taşmazdı. Garson denmezdi; çırak gelip müşterinin isteğini sorardı. Şeker'in bulunamadığı; vesika ile ve gramla satıldığı dönemlerde; sade kahve bir kuruş... şekerli kahve ise, iki buçuk kuruştu. Yoksullar, en ucuzcu kahvenin en kırık sandalyesine oturur; çırak gelip, "Ne içeceng lan!" deyince; "Herif gavesi!" yanıtını verirlerrdi. "Şekerli kahveyi kadınların sevdiği" gibi; bir kanı vardı. Yeni yetmeler ve yetişkin gençler, mutlaka kulpsuz geniş fincanla gelen SADE KAHVE'yi tercih ederlerdi. Yaşlıca heriflerin ne içeceğini ise; kahveci çırakları mutlaka bilmek zorundaydılar.
Otobüslerin durağı, oranın elli adım ötesindeydi. Psidia Antiyohya(Psisia denen bölgenin Antakyası) harabelerini görmeye gelen kadınlı, erkekli turistlerden bazılarının; koca çınarı fotoğrafladıkları ve altında çay içtikleri görülürdü. Turistlerin arkasına; çocuklar takılır; GAVUR! GAVUR! diye ahenkli bir şekilde bağırarak; harabelere kadar giderlerdi. o konuklar ise, Türkçe bilmediklerinden; çocukların kendilerini beğenerek övdüklerini sanır ve gülümseyerek alkış tutarlardı.
İlçenin en zengini sayılan orta halli birinin; hem kamyonu hem otobüsü vardı. İkisi de son derece külüstürdü. Tehlikeli ve birçok ölümlü kazanın sıkça olduğu dağ yolundan, o kamyon veya külüstür otobüs; haftada bir veya iki gün; AKŞEHİRE giderdi. Muavin kalkıştan birkaç saat önceden; "ŞEHERE... ŞEHERE!" diye, bağırmaya başlar ve yolcu bulmaya çalışırdı.
Çocukluğumda ve gençliğimde ilçemizden, il merkezine yol yoktu.
Orta birde iken; üç arkadaş parasız yatılı sınavını kazanıp Denizli Lisesine verildiğimizde; bizi dağdan odun kesip getiren bir adama emanet ettiler. Odunları, kendine sahiplerince emanet edilen üç eşeğe yükleyecek; her birindeki odunların yarısı, eşek sahiplerinin; yarısı da oduncunun olacaktı.
Akşehir'de Yalvaç'lıların da kaldığı hana uğramadan; bizi doğruca istasyona götürdü. Parası babalarımızca ona verildiğinden; biletlerimizi aldı! Trenin güçlü düdük sesi duyulup, lokomotifin korkunç horlaması ve aşırı parlak ışıklarıyla gelince; deliler gibi korkarak ürküp kaçıştık. Oduncu trene girmemizi bekledi. Tren yürüyünce, hana geri döndü. Üç arkadaş, tembih edildiği birbirimizden ve tren görevlilerin yanından hiç ayrılmadan korku içinde Afyon'da Aktarma yapıp; Denizliye vardık.
En irimiz olan ve ilkokulu bir süre Eskişehir'de okuyan Mümtaz; önüne gelen herkese: "Emmi! Lise mekdabı nerde?" diye sordu. Yokuşa doğru birkaç saat yürüdük ve Leyli meccani okuyacağımız; Denizli Lisesini bulduk. O zaman "Ege bölgesinde; Denizliden başka yalnızca İzmir'de lise varmış." denirdi.