Ramazan ayında oruç tutan Müslümanların iftarda ağır yemekler yememeleri, tercih edecekleri tatlıların da nispeten hafif tatlılar olması tavsiye edilir. Güllaç, hafif bir tatlı olması nedeniyle ve Osmanlı döneminden kalan bir gelenek olarak genellikle Ramazan ayında tüketilir.

Bayramların aile büyükleri ile eş, dost ve akrabaları ziyaret ederek ve evde misafir kabul ederek geçirilmesi, önemli ve anlamlıdır. Köyden kente göçün en üst seviyeye ulaştığı günümüzde ise vatandaşların bir bölümü bayramda memleketlerine giderken, bir bölümü de bayramı tatil beldelerinde geçirmektedir. Bayram tatillerinin hafta sonları ile birleştirilerek 10 güne çıkarılması, her iki grup tarafından olduğu gibi turizm sektörü tarafından da olumlu karşılanmaktadır.

Ramazan Bayramı’na Şeker Bayramı diyen zihniyet de muhtemelen aynı zihniyettir. Belki de kısaca ‘kapitalist sistemin işleyişi’ bunu gerektirmektedir. Kaldı ki; aile büyüklerinin bayramlarını telefon ederek kutlamak ve bayramı tatil yapma fırsatı olarak değerlendirmek yerine onları ziyaret etmeyi tercih etmek, daha kıymetli olsa gerektir. Bu ziyaretlerde şeker, çikolata götürmek de adettendir.

İnsanlar, her akşam yemeğinin ardından tatlı tüketmemelerine rağmen, oruç ayında iftarda tatlı ihtiyacı duyduklarından olsa gerek yemeği tatlıyla sonlandırmak isterler ve güllacı da hafif bir tatlı türü olduğu için tercih ederler. Oruç tutuyor olmanın getirdiği bu şeker ihtiyacının bayramda da sürdürülmesi doğaldır ve Ramazan ayına “Elbise Bayramı” denilebildiği gibi “Şeker Bayramı” denilmesinin ardında da büyük bir komplo aramak, sanki biraz zaman kaybıdır.

Üzerine yazılar yazdığımız bayram geleneklerimizi ne yazık ki salgın nedeniyle bu bayramda yerine getiremeyeceğiz. Muhtemelen tedbirleri fazlaca önemsemeyenler de çıkacak. Akşehir’in cadde ve sokaklarında biraz dolaşınca karşılaşılan manzara buna işaret ediyor.

İstanbul’da yaşayan çok yakın bir arkadaşımın eşi, ağır nezle teşhisiyle kaldırıldığı hastanede “zatürre” teşhisiyle hayatını kaybettiğinde henüz Aralık ayındaydık. Ülkemizdeki ilk “resmi” korona vakası ise 11 Mart tarihinde duyuruldu. O günden bugüne salgına karşı birçok tedbir alındı, dünyada olduğu gibi ülkemizde de çok canlar yitirildi. Bugünlerde, alınan tedbirler sayesinde vaka sayılarının azalmasıyla bir rahatlama ve geçiş dönemini yaşıyoruz. Ancak korkarım ki “Vur deyince öldürüyoruz.”

Her 2 koltuğu da dolu iken 3. müşterinin sıra beklediği erkek berberi dükkanının kaç metrekare olduğunu hiç sormayın.

Marketlerde maskesiz dolaşanların sayısını çok da abartmayalım. Eminim onlar tamamen sağlıklı olduklarını bildikleri için bir risk teşkil etmiyorlardır. Aldığım gıda maddelerini kasadan geçirirken, ağzındaki maskeye güvenerek öksürmekten çekinmeyen kasiyer kızımızın çalıştığı marketi zaten söylemem.

Aynı minibüste taşınan 30-35 tarım işçisini görünce farkında olmadan ağzımdan dökülen kelimeleri yazmam da ahlaken ve hukuken mümkün değil.

Sokağa çıktığınızda, gıda dahil türlü ihtiyaç maddesi satan dükkanlardaki esnafımızdan bazılarının, çenelerinin altına çekip müşteri geldiğinde ağızlarını kapatacak bir maske bulundurmaya bile zahmet etmediklerini göreceksiniz. İşyerlerine ve dükkanlara giriş çıkışta, cadde ve sokaklarda maske takmamanın yasaklandığı iller arasında Konya da yer alıyor olmasına rağmen; yollarda maskesiz olanları değil maske takanları saymanız, korkarım daha kolay olacak.

İnanın; hastalıkla boğuşmak, tedbirlere uymaktan çok daha zor. Can yitirmek çok acı.

Bayramınız mübarek olsun!