Yaşanan deprem felaketine dair yazan, çizen, konuşan ya da yorum yapanlardan bazıları, Richter ölçeği gibi 2 depremin büyüklükleri ve ne kadar geniş bir alanın etkilendiğini anlatıp duruyorlar. Depreme gerek kalmaksızın kendi başına yıkılabilecek “kalitede” bina yapanlara ve denetleme sorumluluğunu yerine getirmeyenlere yönelik kızgınlığımızı dile getirmek, neden yanlış olsun ki?
Artık 60’ına basmış bir insan olarak; bu ülkede yaşanan büyük ekonomik krizlerin hiçbirini pas geçmedim, geçemedim. Faturaların ödenemediği günler gördüm. Elektrik ve suyu ödedim, doğalgaz kaldı ya da kredi kartıma yatırdım ama kredi taksitim gecikti diyenler oldu. Nasıl olsa gelirim yetmeyecek, o halde hiçbirini ödemiyorum, diyenini görmedim. Bazı illerde, depremin hemen sonrasında sahadaydık ancak bazı illerde geç kaldık, diyebilirdik; oraya da buraya da yetişemedik deme lüksümüz var mıydı?
Son yıllarda dünyanın bizi kıskanacağı seviyeye gelen eğitim öğretim konusunda da nasibimi aldım 60 yıllık yaşamımda. Ortaokul yıllarında, toprak solucanının sindirim sisteminden bana ne derken modern matematiğin öğretilmeye başlandığı ilk jenerasyon içerisinde olma şerefine eriştim. Kişisel olarak büyük değer verdiğim sevgili Cem Yılmaz’ın konuya ilişkin esprilerinin aksine, havuz problemlerinin önemine inandım. Belki de o problemlerin çözümlerinin kıymetini yeterince bilemediğim için iş batırmışlığım da vardır. Ne yazık ki yaşamım boyunca tanık olduğum ekonomik beceriksizliklerin önde gelen nedenlerinden biri niyet ise diğeri, havuz problemlerinin çözümünden bihaber olunmasıydı.
Yüreğimiz dayandığı kadar ekran başında kalmaya çalışıyoruz bugünlerde. Sosyal medyada paylaşımları takip ediyoruz. Görüntüler geliyor karşımıza; enkaz başında bir grup insan, aradan geçen birkaç güne rağmen henüz bir arama kurtarma ekibinin gelmemiş olduğunu aktarıyor. Doğru olabilir mi, diye düşünürken paylaşımın altındaki yorumlara ilişiyor gözümüz. Boş bir enkazın yanında 10-15 “oyuncunun” toplandığını ve gerçek olmayan bir senaryonun sahnelendiğini söyleyenler oluyor. Hayal gücü böylesine yüksek bir toplumun “GELİYORUM” diyen deprem öncesinde alınması gereken tedbirleri planlayamamış olmasına şaşırıyoruz. Seyyar tuvalet temin etmek, bizim gibi bir ülke için ne kadar zor olabilir? Yardım yüklü araçların bir kısmını köylere ulaştırmak, “dış mahallelerde” dolaştırmak, gerçek üstü bir fantezi midir?
Televizyon kanalları ve sosyal medyada; yaşananları provoke etmeye çalışanlar olduğu gibi sanki yaşanmamışçasına ahkam kesenlerin oluşturduğu bir kakofoni var. Günlerce direndikleri enkaz altında, artık vücutları pes eden ve yukarıda, sokakta, yıkılmış şehirlerinde yaşam savaşı veren yurttaşlarımız. Omuz omuza veren milletimizin koşarak yardıma gittiği, seyyar mutfaklar kurduğu, odun kesip getirdiği yıkık, viran şehirlerimiz. Son görüntüler ne kadar umut vericiyse ilk günlerin gerçek hikayeleri de bir o kadar acı.
Bir adam Peygamberimize sormuş; “Ben devemi salıvererek mi tevekkül edeyim, yoksa bağlayarak mı?” Aldığı cevap; “Deveni bağla, sonra tevekkül et.” olmuş. Deve, Arabistan’a kıyasla bizim ülkemizde daha az bulunur olduğundan olsa gerek, biz bu sözü daha çok “Eşeğini sağlam kazığa bağla, sonra Allah’a emanet et” şeklinde biliriz. Eşeği sağlam kazığa bağlamak gerektiğini bilip de temeli sağlam atmamak, can yakıyor.
Sonuç mu; anlaşılması zor bir yaklaşım sergileyen, deprem bölgesinde olmadıkları halde enkaz altında kalmayı başaran bir grup insan. Belli ki yıkılan yalnızca binalar, enkaz altında kalanlar da yalnızca depremzedeler değil. Bilmeliyiz ki; hayatın gerçeklerini konuşmak, toplumun sorunlarına çözüm aramak, siyasetin ta kendisidir ve yanlış bir şey değildir. Ne demişler; suya sabuna dokunmayan adam, “pis” adamdır.