Canı sıkkındı. Adliye Parkı’nı oturmuş, izin öldürüyordu. Mutlaka ya Cuma günüydü, ya Perşembe günü. Dilencilerin de biri gelip birisi gidiyordu. Boyacı çocukların ise haddi hesabı belli değil. Neredeyse ayakkabılarını çıkartıp boyayacaklardı.
Ay sonuydu. Malum cebinde fazla para da yoktu ya Mehmet ‘in. Küçük bir çocuk gelmişti ayakkabılarını boyamaya. Ayakkabılarını boyatacak sevindirecekti; maksadı ona çalışmanın, emeğin, alın terinin karşılığında para vermekti. Yoksa ayakkabı filân boyatmak içinden gelmiyordu ya ayakkabılarını boyatmaya verdi. Bir de sanki her parkta oturanın cep telefonu vardı ya. Bir birinin telefonu çalıyor, bir başkasının telefonu çalıyordu ki insanı deli ediyordu. Park değil de sanki telefoncu dükkanıydı mübarek..
Neyse… Lafı fazla uzatıp da kabak tadı vermeyeyim. Çayını yudumlarken Müdürü gördü. Birden oturduğu sandalyesinden kalkarak:
—Müdürümüm! Müdürümmm! Diye, bağırdı Mehmet.
Müdür’de Mehmet’i görmüştü. Ona doğru yaklaşarak:
—Vayyy Mehmettt! Dedi. Yanına gelerek, tokalaşıp, öpüştüler.
Hemen bir sandalye çekip Mehmet’in yanına oturdu.
-Ne yapıyorsun Mehmet?! Dedi.
Mehmet oturduğu yerden:
—Seni sormalı Müdürüm. Dedi. Bu arada da garsona iki çay söylemişti bile.
Müdür, Mehmet ‘in yüzüne bakarak:
—Yahu Mehmet, diye söze başladı. Biraz önce Kaymakamlıkta idim. Orada birkaç arkadaşla görüştüm, oradan da Milli Eğitim’e uğradım, oradan Adliye’ye, işte biliyorsun, büyük başın derdi büyük olurmuş, iş güç meselesi, arkadaşları ziyaret ediyorum. Allah seni inandırsın, buradan da Akşehir 1. Noteri Yusuf Bey’in yanına uğrayacaktım ki sen çağırdın” dedi.
Mehmet biraz bozulmuştu ya belli etmiyordu:
—Müdürüm bilir misin? Dedi. Seninle biz aynı mahallede doğduk. Aynı mahallede büyüdük Çay Mahallesi’nde. Cumhuriyet İlkokulu’nda beraber okumuştuk. Çay Mahallesi’nde bilya oynardık, kavga ederdik. Birkaç kez de beni kavgada kurtarmıştın…” dedi.
Müdür gülümseyerek:
—Doğru be Mehmet! Dedi. Doğru. Hey gidi günler hey! Ne günlerdi o günler. Hatırlar mısın bir paket sigarayı ortak alırdık. Ortak alırdık da yarı yarıya paylaşır içerdik. Seksenli yıllardı; Saray Sineması vardı. Saray Sineması’nın makinisti de Mavili… Her film kopuşunda da bağırırdık: “Makinist! Makinist Mavili!” diye, vefat etmiş. Allah rahmet eylesin. Şimdi düşünüyorum da ne günlerdi o günler. Yine Uzay Sineması vardı. Sırf vurdulu kırdılı filmler oynatırdı da gelecek programın filmlerini iple çekerdik. O zamanlar şimdiki gibi televizyon, video mu, bilgisayar mı, net kafeler mi vardı? Eğlencemiz sinemalardı. Birde çocukken oynadığımız, çikolatadan çıkan artist resimleri. Her çikolata aldığımızda, hangi artistin resmi çıkacak diye heyecanla çikolata kapaklarını açardık. Hatta açmaz o heyecanla yırtardık. Sonra bakardık. Cüneyt Arkın, Fatma Girik, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın, sonra da oynardık; ütmecesine.
Müdür bunları anlatırken, Mehmet’in ayakkabıları boyanmış gelmiş, küçük çocuk sevindirilmiş, hatta ardından birer çay daha söylenmişti de çayları yudumlamaya başlamışlardı.
Mehmet bir yandan çayını yudumlarken bir yandan da:
—Eeee Müdürüm anlat bakalım, daha ne var ne yok? Diye sordu.
Müdür gülümseyerek:
- -Ne olsun? Dedi. Şu karşıdaki arabayı görüyor musun:?
—Mehmet atılarak:
—Görmez miyim Müdürüm. Görmez miyim? Gerçekten güzel araba.
Müdür:
—O araba benim işte. Evim de var, işimde çok güzel, fakat biliyor musun?
Mehmet:
—Neyi Müdürüm?
Müdür:
—Neyi olacak? Hala o eski günlerin özlemini Akşehir’de arıyorum. Eski arkadaşlıkları, dostlukları, Cumhuriyet İlkokulu’nu, Çay Mahallesi’ni, Müzeyyen Öğretmeni, Saray Sineması’nı, Uzay Sineması’nı, Manolya Aile Çay Bahçesi’ni, arıyorum işte…
Mehmet üzüntülü gözlerle ona bakarak:
—Ben de Müdürüm; ben de, diyebildi.
Bu arada garson:
— Hesabı alıyoruz! Dedi.
Müdür:
—Kaç çay? Dedi
Garson:
—Kaç çay olsun ağabey? Dedi. İkidir çay söylüyorsunuz, karşınızda kimse yok! Size dört çay getirdim. İkisi içilmemiş masanızda duruyor. Neden her çay söyleyişinizde ikişer çay söylediniz anlayamadı. Dedi
Mehmet:
—Görmüyor musun? Karşımda Müdürüm oturuyor, dedi.
Garson bozuntuya vermedi.
Mehmet hesabı verecekti. Diğer masalardan: “Onun hesabı bizden ondan alma. Müdürümü tanıyamadın mı? Dediler.
Mehmet yerinden kalktı. Elinde sıkı sıkıya tuttuğu 24 Ağustos Gazetesi ile Akşehir’in o özlem dolu günlerini, gazetenin sayfalarında arıyor, kendi kendine: Karşımda Müdürüm vardı, Müdürüm vardı diye düşünürken, tanışları Mehmet’i arabasına binerken gördüklerinde:
—Güle güle Müdürüm, diyorlardı, Güle güle Müdürümmmm! Bitti