Anıt alanı kaynıyordu. Günün kalabalık bir saatiydi. Memurlar, amirler, çalışanlar işten çıkmışlardı. Dört yandan alana boşalıyorlardı insanlar. Güvendik Pastanesi’nin ötesinde kitapçı Can Tuğrul’dan gazetesini aldı.
Şöyle bir göz attı gazetenin baş sayfasına. Yine cinayet haberleri, trafik kazaları, yalan yanlış haberler. Sonra gazetecinin önündeki diğer boyalı basına göz attı. Yabancı bir model, bikinili “Türk erkekleri çok yakışıklı” diye başlık atılmış. Ne alaka ise. Sonra yine başka benzer bir haber çıplak bir kadın resmi “beni ormana götüren bu adam” Uydur uydur yaz! O biçim haberler. Neden böyle kiminde üzücü, insanı kederlendirici haberler. İnsanların birbirini öldürdüğü, arabaların birbirine çarptığı haberler ya da böyle gazetenin dörtte ikisini yarı çıplak kadın resimlerle kapladığı haberler! Neden güzel haberler de ilk sayfadan verilmez? İnsanlara güzel şeyler yazan yazarlar yok mudur? Elbet vardır ama illaki kaza, cinayet haberleri ilk sayfada. Ya da yarı çıplak kadın resimleri haberleri. Neden insanlar böyle haberleri bekler? Can Tuğrul’un vitrinin önünde durarak uzun uzun yeni çıkan kitaplara baktı. Almayı da istedi, istedi ama okul harçlığından biriktirdiği parayla alabilir miydi? Nerdeee! Alamadı tabii ki! Yan dükkânda yaşlı bir amca vardı birkaç merdiven üstünde saz satıyordu, saza da merakı vardı. Sonra uzun uzun sazlara baktı. Küçüklü büyüklü sazlar vardı. Dükkânın hemen yanında da şemsiye tamircisi. Her geçişinde Kitapçı Can Tuğrul’dan gazetesini alır, saz satan dükkânın önünde durur sazları izler, İplikçi Cami karşısında bulunan fotoğrafçının vitrininde koyduğu fotoğrafları seyrederdi.
Biraz ilerde Saray Sineması’nın önü, merdiven çıkışı, kaldırımın başından on ayak merdivene kadar dolmuş taşmıştı. Sinemanın müziği Anıt Alanı’nı kaplıyordu. Öğle matinesi bitmiş, sinemadan bazen üzgün bazen kızgın bazen neşeli bazen hülyalı havalarla dağılanlar Anıt Alanı’ndan dört tarafa dağılıyor, yeni sinemaya girecekler de kapının önündeki çıkan kalabalıkla karşı karşıya kalmış, girenlerle çıkanlar karşılaşıyor, birbirleriyle tanıdık çıkanlar oluyor, giren çıkan birbirleriyle çarpışıyor, hatta selamlaşıyor, sinemaya girecekler çıkanlara ayak üstü filmi soruyordu. Bu arada sinemanın önündeki film afişlerini asıldığı tahta panolara bakan bir daha bakıyor, birbirlerine küçük film resimlerinden parçaları gösteriyor, kimi birbirini ite kaka film biletinin satıldığı gişeye doğru ulaşmaya çaba sarf ediyordu. Sinemanın makinisti Mavili gişede bilet kesiyordu, birazdan da sinemaya girerek filmi oynatacak makinistti.
Sinemaya girmedi, yürüdü öylesine. Anıt Alanı çok kalabalıktı. Günün kalabalık saati, tam da iş çıkışına denk gelmişti. Bir de sinemanın boşaldığı saatler. Anıt Alanı, kadınlar, kızlar, delikanlılar, memur, amir takımı. Gözleri insan kalabalığı içerisinde. Gözleri gencinden ihtiyarına, delikanlısına sekiyordu. Aslında insanların duygu ve düşünceleri aynı gibiydi. Bıyıksızı, bıyıklısı, zayıfı, şişmanı. Hepsinin birbirine benzer istek ve emelleri, arzuları vardı. Farklılıkları sanırım dış görünüşteydi.
Farklı ve garip düşünceler içerisinde elindeki gazete ile sinemanın önünden Güvendiklerin yazlık sinemasının önünden aşevine doğru yürüyordu. Tenha bir sokağa saptı. Toprak damlı evler, küçük birkaç katlı apartmanlar vardı.
Evin yolundaydı. Kırk yıl önce de bu yol böyleydi diye içinden geçiriyordu; gene öyle, kaldırım taşları sökük, yollar bir kaldırım taşı, bir bakıyorsun asfalt; yama yapa yapa kaldırım taşıyla birleşmiş yol.
Gene yağmur yağıyordu evine dönerken. Yıllar öncesini hatırladı. Bu yollar, bu evler ve yağmur. Sanki her şey eskisi gibiydi. İçi ürperdi. Değişen bir şey yoktu. Olmayan çoktu, şimdi ne yazlığı vardı Saray Sineması’nın ne kışlığı, ne Uzay Sineması vardı ne Uğur Sineması. Hatta ne eski belediye binası vardı ne eski belediye düğün salonu. Ne eski otogarı ne şehrin ortasında ki kütüphanesi. Eskinin Akşehir’i daha mı güzeldi?
Yıllar geçti anılarla. Güzel günlerle. İhtiyarladığını bile duyumsayanlar hatta ihtiyarlayanlarımız bile var. Yıllar en güzel günlerimizi ve sanırım şehrimizin güzelliklerini de bizden aldı götürdü. Sabah işimize akşam evimize dönüyoruz, bazen anılarımıza. Gençliğimiz geçti gitti şehrimizin de sanırım eski gençliği güzelliği kalmadı. Geçmiş insanlar tanıdık değil artık, geçmiş insanlar yabancı, bu şehir gibi, bu şehrin insanı gibi.
Anılarda kalan bu şehrin güzelliğinde, bu şehrin daha güzel bir şehir olup, masmavi gökyüzüne kavuşacağını, binaların, inşaatların kapladığı değil, yemyeşil bir doğaya, pırıl pırıl güneşe kavuşacağı bir şehirde, bir dünyada, barış içinde, sevgi içinde, umutla, güler yüzlü, umutlu insanların yaşayabileceğini ümit ediyordu.
Yağmur mu? Yağmur yağıyordu; varsın yağsındı! Yağmur rahmetti; bereketti! Yağmur altında yürüdü; akan gözyaşı anılarına, anıları yağmura karıştı. (21/09/2024-Akşehir)