Merhum Doğan Cüceloğlu’nun “Öğretmen Olmak Bir Can’a Dokunmak” isimli bir kitabı var biliyorsunuz. Öğretmenin değerini daha iyi anlatan bir başlık olmaz sanırım. Öğretmenlik hakkında düşüncelere dalınca aklıma hep bu kitap gelir. Duygusal biriydi hoca ve insanların kalbine dokunuyordu, Allah rahmet eylesin.

Öğretmenlik mesleği diğer mesleklere benzemez; çünkü karşınızda bir boş defter var ve onu şekillendirmek, geleceğe hazırlamak gibi önemli bir görevimiz vardır. İşte tam da bu sebeple herkes öğretmen olamaz, olmamalı. İnsanın kalbine dokunmak, gönlüne girmek çok önemli… Okulların açıldığı ve yeni bir eğitim öğretim yılına girdiğimiz bu günlerde, başta ilkokul öğretmenleri olmak üzere diğer öğretmenlerimiz birer usta edasıyla kolları sıvayarak iş başı yaptılar. Anne ve babadan sonra çocuğun ilk öğretmeni tam anlamıyla öğretmen olabilmek için önce eğitim, sonra öğretim diyoruz elbet.

Şimdi, bir İngilizce Öğretmeninin anısına kulak verelim:

Bir gün sınıfta şartlı cümleleri anlatıyorum.

Aralık’tı aylardan.

Tahtaya İngilizce bir cümle yazdım.

“Evet çocuklar, tahtada

‘Eğer çok zengin olsaydım, anneme ... alırdım.’ yazıyor.

Cümledeki boşluğu, hayal gücünüzü de kullanarak doldurun.

Anlaşıldı mı?” dedim.

Anlaşılmış olmalı ki herkes sessiz bir şekilde, dağıttığım küçük kâğıtları aldı ve gözlerini tavana dikip düşünmeye başladı.

Beş dakika sonra sınıfı dolaşıp kâğıtları topladım

ve tek tek okudum.

Uzay gemisi, Ferrari, Miami’de yazlık, Maldivler’de ada...

Ben okuyorum, sınıf gülüyordu.

Son kâğıdı içimden okudum.

“If I were rich, I would buy flowers for my mom.”

Cümlenin sahibi, o sene sınıfa yeni gelen çelimsiz,

İçine kapanık bir çocuktu.

“Aramızda çok duygusal bir arkadaşımız var!” dedim.

“Selim, kalk bakalım.

Ne yazdığını arkadaşlarına söyleyebilir misin?”

“Çiçek alırım, yazdım öğretmenim.”

Sınıfta hafif bir kahkaha koptu.

“Ben çok zengin olduğunuzu düşünün,

Hayal gücünüzü kullanın" demiştim.

Buna rağmen çiçek alırım yazdığına göre,

Önemli bir sebebin olmalı” dedim.

Bir süre sessizce bekledi, sonra ayağa kalkıp,

“Aklıma başka bir şey gelmedi öğretmenim” dedi usulca.

Yüzünde Mona Lisa tablosunu andıran,

Gülmekle ağlamak arası garip bir ifade vardı.

“Oğlum, dalga mı geçiyorsun?” dedim sertçe.

“Aklınıza bir şey gelmesi için illa not mu vermemiz gerekiyor?”

Hiç cevap vermedi.

Kâğıtları geri dağıttım.

Sınıf; çalan zille birlikte,

Kovanı kurcalanmış arı sürüsü gibi bahçeye aktı.

Dışarıda ince bir yağmur yağıyordu.

Ertesi sabah okula geldiğimde,

Selim’in babasını lobide beni beklerken buldum.

Önündeki sehpada bir gün önce sınıfta dağıttığım,

Buruşuk kâğıt parçası duruyordu.

Oturup biraz konuştuk.

Kısa bir görüşmeden sonra ayrıldı.

… zorlukla zümre odasına doğru yürüdüm.

Başım dönüyordu.

Hıçkırığa benzer garip bir şey,

Diyaframdan gırtlağıma kadar tırmanmış,

Patlamaya hazır bekliyordu.

Kâğıttaki küçük boşluğu çiçekle dolduran Selim’in,

Hayatındaki en büyük boşluğu da,

Çiçekle doldurmaya çalıştığını öğrendim..

Üç ay önce bir trafik kazasında annesini kaybettiğini

ve o günden beri,

Babasıyla,

Hiç aksatmadan her Cuma günü,

Annesinin mezarını ziyaret edip mezarlığa çiçek diktiklerini...

Önceki gece babası duymasın diye,

Yüzünü yastığa gömerek sabaha kadar hıçkırdığını...

Ve üniversiteden alınan diplomayla öğretmen olunamayacağını...

Hepsini, hayatımın o en serin Aralık sabahında öğrendim…

"Öğretmenlik sabah gidip öğlen geldiğin,

Cumartesi, Pazar, Sömestr

ve yazın tatil yaptığın bir meslek değildir.

Öğretmenlik Anne olmaktır.

Baba olmaktır.

Ağabey olmaktır...

Kısacası, İnsan olmaktır."