Ülkemizde ilk koronavirüs vakasının açıklandığı 11 Mart 2020 tarihinden sonra tedbir üzerine tedbir açıklandı, sağlık çalışanları canları pahasına geceli gündüzlü çalıştılar.
Sokağa çıkmaktan kısıtlandık, hafta sonlarını evlerimizde geçirdik. Birçok sektörde iş yerlerini kapattık. Krediler, sigorta primleri, vergiler ertelendi. İşsiz kalanlarımız oldu, gelirler azaldı.
Evde kalanların psikolojisi üzerine çalışmalar, açık oturumlar yapıldı. Kitap okuyanların, yemek yapmayı öğrenenlerin sayısı arttı. Sosyal medya kullanımı rekorlar kırdı.
Yüz yüze eğitime ara verildi, 2019-2020 eğitim öğretim yılı uzaktan eğitimle tamamlandı. Törensiz mezuniyetlerle diplomalar alındı.
Bu gidişle biz bu işin üstesinden geliriz dedik. Sosyal hayatımıza geri dönelim ama tedbiri elden bırakmayalım kararı aldık ama o bilinen “Toplum Psikolojisi” devreye girdi. Haftalarca bir evi paylaşan çekirdek aileler; belirli günlerde ve kısıtlı saatlerde olmak kaydıyla dışarıya çıkmaya başlayıp sosyalleşmenin hazzını hatırlayınca, virüsün aldığı canlar unutulmaya başlandı. Kadın erkek bazı vatandaşlarımızın saat, küpe, kolye, künye gibi aksesuarlarına maske de eklendi. Bir elde tespih, diğer elde cep telefonu, kolda maske.
Özellikle yaşlılarımız, bir arada ibadet etmeyi özlediler. Cuma namazlarına izin çıktı. İllerde ve ilçelerde, toplu namaz kılınabilmesi için açık alanlar belirlendi. Mesafeler ayarlandı, herkes kendi seccadesini getirdi. Toplu namazların sonunda, salgının bir an önce son bulması için dualar edildi. Ve yine “Toplum Psikolojisi” karşımıza çıktı; Ayasofya’daki Cuma namazına 350 bin kişi katıldı.
Okulların açılacağı tarihleri belirledik. Koronavirüs Bilim Kurulu tavsiyeleri doğrultusunda Sağlık Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı planlamalar yaptılar. İçişleri Bakanlığı genelgeler yayımladı.
Milli Eğitim Bakanlığı, okullarda uygulanacak öyle tedbirler açıkladı ki; bazı okullarda sınıflardaki öğrenci sayılarını hatırlayarak “İyi de nasıl olacak” başlığıyla haber yaptık. Haftanın üçer günü farklı sınıflara eğitim verilirse çözüm olabilir diye düşünürken Bakanlık bu yönde çalışma yaptığını açıkladı.
Şimdi ülke olarak önümüzde bir de yükseköğretim sorunu var. Yüz yüze eğitime ara verildiğinde, binlerce kişinin bir arada bulunduğu otogarlardan 45-50 kişilik otobüslere bindirip apar topar evlerine yolladığımız üniversite öğrencilerini, yeni bir akademik yıl bekliyor.
Gazetecinin görevi, durumdan vazife çıkarmaktır. Gazeteciye “üstüne lazım olmayan işe karışma” denilemez çünkü her iş basının üstüne lazımdır, doğru bilgi ve donanımla fikir üretmek gazeteci için vazifedir.
Bu durumda, üniversitelerin açılmasıyla ilgili olarak da naçizane görüşümü paylaşmak isterim. Derslerin bir kısmının uzaktan eğitimle verilmesi zaten konuşuluyor. Yani öğrenciler, haftanın belirli gün ve saatlerinde, uygun olan dersleri evlerinden takip edecekler. O halde haftanın belirli günlerinin bu derslere ayrıldığı bir planlamayla öğrenciler her gün belirli saatlerde okulda bulunmak yerine, yalnızca bazı günler okula giderek yüz yüze eğitim almaları gereken derslere girebilirler.
Bir adım ötesi de bence mümkün; her iki dönemi kendi içerisinde de ikiye bölerek. Her iki yarıyılın ilk dönemleri, uzaktan eğitimin mümkün olduğu derslere ayrılır, finalleri yapılır. Böylece yüz yüze eğitim, birkaç ay daha ertelenmiş olur.
Gençlik ve Spor Bakanlığı ve Yükseköğretim Kurulu (YÖK) yetkililerinin, çözüm için birçok alternatif üzerinde çalıştıklarına eminim. Benimki yalnızca bir öneriden ibaret.