Halvet kelimesi, Arapça kökenli bir kelime, inzivaya çekilme, yalnız kalma anlamlarına gelir. Hz. Musa’nın ailesi ile Medyen’den ayrıldığı esnada başlar. Ailesiyle, giderken Tur Dağı’nda bir ateş gören Hz. Musa, dağa gidip ateşi getirmeye karar verir. Hem ısınabileceklerini hem de dağda yaşayan insanlar varsa onlardan haber alabileceğini düşünür. Dağa vardığında bir ağacın kendisine seslendiğini duyar. Hz. Musa’ya gelen ilk vahiydir. Allah ona bir ağaçtan seslenir ve 40 gün boyunca ibadet etmesini emreder. Hz. Musa 40 gün oruç tutup, geceleri de sürekli ibadet eder. 40 gün sonra Allah kendisine Tevrat’ı verir. Tasavvufta bu Tur Dağ’ında gerçekleşen mucizeler olarak esasa alınır. Ayrıca büyük âlim olarak kabul edilen Gazali bu 9- 10 yıl içinde kendini tamami ile ibadete vermiştir.

 Tasavvufta çile insana lazımdır. Ham ruhları olgunlaştırdığı, insanları tekâmüle ulaştırdığı kabul edilir. Çile çekmeyenler hayatı anlamazlar. Kemale ermenin çok önemli bir aşamasıdır çile.

 

 Vefa Caddesi üzerindeki Şeyh Ebul Vefa Camii’nin eğime göre üst kısmında yer alan türbe çilehane ile karşılıklı yer alıyor. Kapısında biraz durdum. Kanımda zehir, içimde mezarlık bir damla gözyaşı ile içeriye girdim. Arkamda Bilal Amca, Feride ve Ayşegül yaşlı gözlerle bana bakıyor, çilemi doldurup çıkacağım günü bekliyorlardı. Ben ise sadece burada Allah'ı zikir ederek bulacağım huzuru arıyordum. İçeriye girip onlara son kez baktım ve kapıyı kapattım. İşte yalnızdım. Derdimi verenle, dermanım olanla başbaşayım. Kıbleye döndüm, açtım ellerimi;

"Alan da sensin, verende. Derdim benden büyük. Uykusuzum, yorgunum, bitmişim, kaybolmuşum... Evinde uyumaya geldim. Beni kabul eder misin? Senden başka kimsem yok, senin evinden başka sığınacağım yerim yok. Allah'ım derdin büyüğünü verdin, sabrın sonsuzunu nasip eyle."

 Seccadenin üzerine uzandım. Ana rahminde nasıl durursa bir bebek, öyle kıvrıldım. Küçüldüm, içimde bastırdığım isyanla, gözyaşlarıyla Allahın huzurunda, Allah’ıma ağladım.

 

 Uyandığımda, üzerinde ekmek ve su olan bir tepsi vardı. Suyu aldım, ekmeğe dokunmadım. Suyumu içtikten sonra dilimde Allah gözümde yaş sırt üstü uzandım. Arada bir şu zehir beni yokluyor, sımsıkı gözlerimi kapatıp, ayaklarımı kollarımla sımsıkı sarıp sarmalıyor, yüksek sesle " Allah Allah" diye haykırıp kendimi Ona teslim ediyordum. Sonra yorgun düşüp, huzurunda uyuyordum. Kırk gün bu şekilde geçerdi de şu zehir bende geçer miydi? Bilmiyordum. Sanki beni hiç bırakmayacak beni sürekli kendine esir edecekti.  Bazen, camidekilerin zikir sesleri geliyordu. Arapça söylüyorlardı, hiç bir şey anlamıyordum ama kendimi onların zikrinde diz çökmüş sallanırken buluyordum.

Zu’dbi lutfik ya ilahi,melleh’ü-zadün kalil

Müflisü’m-bis’sıdkiyeti indebabik ya Celil!

Külli nari’übridi ya Rabbi fi Hakk’ı kema’,

Kulte kulna ya nar-u kuni ente fi hakkı’l Halil.

 

Ente Şafi,ente Kafi,fi muhimmati’l umur,

..Ente Rabbi,ente hasbi,ente li ni’mel-Vekil.

Eyne Musa,eyne İsa,eyne Yahya,eyne Nuh,

Ente ya sıddk’u-asi tüb’ilel-Mevlel Celil! (3)

 

 

 

 Bitince köşeme çekilip içime dolan huzura teslim oluyordum. Zorunlu ihtiyaçların dışında, dışarıya çıkmıyor, kimseyle konuşmuyordum. Olması gerektiği gibi çilemi dolduruyordum.

 5 metre kare boyutlarında, küçük mabet, yerden iki metre yüksekliğindeydi. Daha önceden burayı ziyaret etseydim eğer "ölmeden önce mezara girmek bu herhalde” diye düşünürdüm. Oysa şimdi buradan hiç çıkmadan ömrümü tamamlamayı o kadar çok istiyordum ki!

 

 

 

 

 

(3) Anlamı:

Lutfunu esirgeme ey Rabb bu kuluna ki,azığı pek az,

İflas etmiş olsa da,sadakatle yine kapına geldi ey Celil!

Beni yakan ateşe de “ber-ü selam ol!”de ey Allah’ım,

Bir zamanlar Halil hakkında dediğin gibi

Şafi sensin,Kafi sensin,Evvel-Ahir her işte,

Sen benim Rabbimsin,Sen bana yetersin,sen benim ni’mel Vekilimsin.

Nerede Musa,nerede İsa,nerede Yahya,nerede Nuh?

Sen ey asi nefis,dön de celil olan Mevla’yı bul…

 

 

 

 

Aslında ne çok yara aldık,

Ne çok sevdayı yarım bıraktık,

Direndik, yenildik, yenildikçe direndik.

Direndikçe acıdık...

Aslında ne çok yaramız vardı,

Bir dostun sarılışını bekleyen,

İyileşmek için devamlı sızlayan...

Aslında sabır etmek ne büyük bir nimetmiş,

Sabır soframızın olmazsa olmazı,

En acı yemeğimizmiş...

 

 Çilehane de en çileli günlerin meyvesi olarak uyuşturucudan kurtuldum. Körelttiğim nefsim ve ben kırk günü doldurmuş, yepyeni bir Ela olarak çıkmıştım. Ayşegül, Bilal Amca ve Feride beni dışarıda bekliyorlardı. Ayşegül beni görünce koşup sarıldı.

"İyi misin Ela? Canım arkadaşım seni çok merak ettim."

 Sarılıp arada yüzüme bakıyor, ağlıyor tekrar sarılıyordu. Bense kırk gün içinde gözyaşlarımı tüketmiş, çilehanenin içinde son ahımı bırakmıştım.

"İyiyim, canım."

Bilal Amcaya doğru gittim. Elini uzattı. Öptüm.

"Allah senden ve ailenden razı olsun Bilal Amca. Ben sizden razı kaldım."

" Seni böyle iyileşmiş gördüm ya kızım. Allah’ıma şükür.           "

"Feride seninde hakkın çok, Hakkınızı helal edin bana."

"Daha dur, Şükran Teyzen seni bekliyor. Soframızı şenlendirmeyecek misin?"

"Hemen gidelim Şükran Teyzemi bekletmeyelim."

 Beraber yavaş yavaş yürümeye başladık. Ayşegül'ün belinden sımsıkı tuttuğumun farkında değildim. Onu böyle sıkarak kaybetmeyeceğimi düşünmüştüm.

" Canım, iyisin gerçekten değil mi?"

Elimi biraz salıp;

"İyim canım. Özledim seni."

 Gülümseyip, yolumuza devam ettik. Bilal Amcaların evinin yeşil demir kapısından girerken, artık bağımlı olmadığım için başım dik girdim. Önceki gelişimi kafamdan hemen sildim. Şükran Teyze bizi kapıda gülümseyerek karşıladı. Selamlaşıp, ellini öptüm. İçeriye buyur etti. Salonun kapısından girince gündüz gözüyle evin daha bir huzurlu olduğunu fark ettim. Hemen yerde serili sofraya buyur ettiler. Yemekte tesadüf mü bilmiyorum en sevdiğim yemek, karnıyarık ve pilav vardı. Yanında da ayran. Çilehanede kırk günlük kuru ekmek ve bir kaç zeytinden sonra bu sofra mükâfatımdı. Allah hayatta da mükâfatımı verecekti, sadece sabır etmeliydim.

 Ayşegül, Feride, Şükran Teyze, Bilal Amca hepsi gözümün içine bakıyorlar, havadan sudan konuşup, komik hikâyeler anlatıyorlardı. Yüzüme yapıştırdığım tebessüm ile dinledim onları. Yemek sonrası sofrayı, beraberce kaldırdık. Feride'nin çay servisi ile sohbet kaldığı yerden devam etti. Daha canlı, daha samimiydi. O soruyu sormalarından korkuyor, arada sohbetlerin katılıyor elimden geldiğince tebessüm ediyordum. Ama sonuç kaçınılmazdı, bundan sonra ne yapacağımı onlara, özellikle de Ayşegül'e söylemeliydim.

Bilal Amca;

"Ela kızım, durumun düzelmiş, Allaha şükür iyisin artık."

Ayşegül;

"Evet canım, beni artık büroda daha fazla yalnız bırakma."

Feride;

" Bence bir süre dinlensin..."

Ayşegül;

"Dinlensin canım, ama artık hayata karışsın."

"Bilal Amca! Sen inançlı insansın. Ben bir rüya gördüm, çilehanede. O gün çok ağlamıştım, camiden Arapça sesler duydum, sanırım zikirdi. Dinlerken dua ettim. Allah'ım yolumu aydınlat, yol göster dedim. Sonrada uyudum ve o rüyayı, o kasabayı gördüm."

"Allah, seni duymuş kızım. Neresiydi? Biliyor musun?"

"Bilmiyorum, ama yolunu biliyorum. Yani rüyam da gittim oraya. Bir bahçede oturuyordum, sonra da bir göl kenarında gölü seyrediyordum. Bahçemde seherde arkamda biri vardı ama yüzü seçilmiyordu. Orada hayat yoktu ama huzur vardı. Nefes alabiliyordum. Bu rüyayı çilehaneden çıkmadan önce üç gece arka arkaya gördüm. “ Ayşegül’e dönüp;

“Ayşegül, ben oraya gideceğim” dedim.

“Canım sadece bir rüya, öyle bir yer var mı bilmiyoruz bile.”

“İç Anadolu bölgesinde bir yerdi, yolu biliyorum. Ama kasabanın adını bilmiyorum.”

“Ela, lütfen kendine gel, bak burada birlikte toparlarız.”

“Kararım kesin. Ben Allahtan nefes almak istedim. Oda bana yolumu gösterdi.”

“Hayırlısı olsun kızım. Hazreti Yusuf’a peygamberlik verildiğinde, rüyaları tabir edebilmesi, bir hediye olarak bahşedildi. Ben rüyalara inanırım. İnşallah, senin için hayırlı bir yoldur yolun.”

“Âmin, Bilal Amca…”

“Peki, kızım gördüğün şu, arkandaki kişi o nasıl biriydi.”

“Yüzünü seçemedim ama bana bir şey verdi.”

“Hayırlısı kızım. İnşallah Allah bundan sonra yüzünü güldürecek. Gittiğin yerde nasibini alana kadar bekle.”

Herkesle vedalaşıp, Ayşegül’le eve geçtik. Bu evden son kez gün o çıkmış, bir daha gelememiştim. Odama çıkıp birkaç parça eşyamı hazırlarken Ayşegül de gözyaşlarıyla bana yardım ediyordu.

“İç Anadolu kışları soğuk olurmuş şunu da koy,”

Verdiği, lacivert hırkayı valize koyup, yatağa Ayşegül’ün yanına oturdum.

“Kızma bana, gidiyorum diye. Kalacak yerim kalmadı, alacak nefesim tükendi. Kim isterdi ki böyle bir sonu? Devam etmek varken, sonu kim bekler ki? Yaşamak varken, ölmeyi kim ister ki? Kızma bana, nereye gidersem gideyim, hep buradayım diye… Kızma bana…”

 

 Sabah erkenden Komiser Selçuk’u ziyaret ettik. İfademi tekrar en baştan üzerine ekleyerek verdim. Arabamı götüren adamı teşhis ettim. Şansımıza klinikte çalışan benim yüzümden işinden olan hasta bakıcı Mustafa bana yapılanlara şahit olmuştu. Davada şahitlik yapması için gizli tanık olarak Mustafa Beyi tanık koruma programına aldılar. Zeynep’i okulun önünden bir arabaya bindiğini gösteren kamera kayıtlarına da ulaşılmış. Bunların, bu delillerin bulunması için benim bu tüm saçmalıkları yaşamam gerekiyormuş. Bundan sonrası Ayşegül’deydi. Ben artık bu kadarını yaşamakla ve ömür boyu sırtımda taşımakla yetinecektim.

 Akşamüzeri yola çıkmak için arabanın yanında durdum. Ayşegül bana sarılınca, son gözyaşlarımı burada akıttığımı düşünmüştüm. Artık ağlamam, gözyaşlarımın da sonu geldi sanmıştım. Arabaya binip son kez baktım arkama. Nasıl bir umuttu ki, öyle beni buraya kadar sürükledi… Nasıl bir sondu ki böyle, beni buradan kazıya kazıya söküp attı. Ayşegül’e son bir tebessüm ettim ve yoluma, bilmediğim ama nefes alabileceğim Kasabaya doğru yola çıktım.

Ben giderim adım kalır, dostlar beni hatırlasın.

ğün olur bayram gelir, dostlar beni hatırlasın.

Veysel gider adı kalır, dostlar beni hatırlasın

 

Uzun ince bir yoldayım

Bilmiyorum ne haldeyim

Gidiyorum gündüz gece

Dünyaya geldiğim anda

Yürüdüm aynı zamanda

İki kapılı bir handa

Gidiyorum gündüz gece

şünülürse derince

Uzak gözükür görünce

Yol bir Dakka miktarınca

Gidiyorum gündüz gece…

Şaşar Veysel işbu hale

Gâh ağlaya gâhî güle

Yetişmek için menzile

Gidiyorum gündüz gece…” şarkısı eşliğinde, tek aydınlık görünen yoluma gidiyordum…

 

 Bitti teyze, buraya kadardı benim hikâyem. Yolda giderken, yaralı Tarçını buldum yol kenarında. Zavallı, arabayla çarpıp bırakmışlar. Onu ve kaplumbağalarımı alarak gittim. Geri dönerken yalnızdım Teyze. Zeynep’in bana bıraktığı kaplumbağalarımı da seninle birlikte kaybettim. Son 2 aya kadar orada hiç yaşamadım. Komutana rastlayana kadar… Bilal Amca “Gittiğin yerde nasibini alana kadar bekle” demişti. Benim nasibim Komutan mıydı? Rüyamda seçememiştim yüzünü, ama omuzlarıma şal bırakışını görmüştüm. Nasibim nerede teyze? Bulacak mı beni yine? Yoksa yine gider miyim gündüz gece?…

 

Bir resim çizdim gözlerime

Bir hayal kurdum karanlık gecelerimde

Bir rüya gördüm de geldim

Yüzünü bir türlü seçemediğime…

Bir değil, bin ah ile dolu yüreğimle,

Karşısında durup, bir türlü gitme diyemedim nefesime…