Büyük büyük marketlerin önce il, sonra ilçe ve son zamanlar da ise her mahallede açılmasına ne kadar çok sevinmiştik. Hem ucuzluğun, hemde hizmetin ayağımıza gelmesi, küçük bakkallar hariç hepimizi çok mutlu etmişti. Market sayısı çoğaldıkça rekabet artıyor, bizler daha ucuz alışveriş yapma imkanına sahip oluyorduk.

Market sayısı çoğaldıkça araç, gereç, elektronik gıda sektörünün üreticisi, işletmecisi, çiftçileri ve fabrikaları dahil her kesim, bunların tekeli altına girmeye can atmaya başladı. Her kesimin para kazandığı bir zincir, kendiliğinden oluşmuş oldu.

Alım satımların başlarında herkese mavi boncuk takan büyük marketler, zaman ilerledikçe şeytani planlarını uygulamaya başladılar.

Önce çiftçilerden malı alıp fabrikaya teslim edenlerin arasına girdiler. Fabrikaya aracıyı üretenlerle arandan çıkar, kendin al kendin işlet ki, aracının kazanacağı para sana kalsın demesi üzerine (sarı öküz hesabı), fabrika sahipleri, aracı olan ne kadar kurum ve kuruluş varsa hepsiyle ilişkisini kesti. Artık aracıların kazanacağını da fabrikalar kazanacaktı. Gel zaman git zaman market sahipleri, fabrika sahiplerine çiftçiden aldığın ürünü sana biz alırsak daha ucuza mal etmiş olursun, sen daha fazla kazan teklifi karşısında, (sarı öküzü veren) fabrikatörlere teklif çok cazip gelmiş, çiftçilerle olan alış verişi marketlerin CEO’larına kendi elleriyle teslim etmişlerdir. Ama olsun, CEO’lar çiftçiden ucuz alıp fabrikatörlere daha çok para kazandıracağı için, fabrika sahipleri bu ticaretten de çok memnun kalmışlardı.

Taaaaa ki, CEO’lar fabrikatörlere seninle yollarımızı ayırmak istemiyoruz ama falan fabrikatörler hem daha ucuza, hem de ödemesi uzun vadeli üretim yapacaklarını söylüyorlar. Bizler senden memnunuz. Uyarsa sende hem fiyatta, hem de vadede bir şeyler yap deyince (yani kara ve ala öküzü de ver deyince), işi başkasına kaptırmamak için, teklifi istemeyerek te olsa kabul ettiler. Gel zaman git zaman CEO’lar her gelme gitmelerinde, sözleşmeye kendilerinin lehine olmak şartıyla maddeler eklemeye başladılar. Ve öyle bir an geldi ki, fabrikanın maliyetini çıkartıp kazanması gereken kârı bile CEO’lar belirlemeye başladı. Olmazsa başkası yapacak diye tehdit ede ede ucuza mallarını işlettiler.

Peki bu arada çiftçi abilerimiz ne alemde bir de o tarafa bir bakalım. İlk zaman Çiftçiler mallarını büyük marketlere vermek için birbirileriyle kıyasıya rekabet etmeye başladılar. Başlarda para kazanıyorlardı. Daha çok kazanayım diye kredi çekerek traktör ve makinalar alarak büyük bir borcun altına girdiler. Öyle bir politika izledi ki büyük marketlerin CEO’ları, bir zaman geldi çiftçinin elinden zararla mal almaya başladılar. Vermezsen verme kendi malımı kendim üretirim diye diye sömürdüler çiftçileri. Borç içinde oldukları için çaresizlik içinde, ne derlerse yapmak zorunda bırakıldılar.

Aynı oyun araç gereç ve elektronik alanının da uygulandı ve orada da artık söz CEO’ların iki dudağı arasında yerini aldı.

Fabrikatörler, çiftçiler ve gıda dışı üretim yapanlar, bunların emri altında oldukları zaman içerisinde zamanla eridiler ve iflasın eşiğine geldiler. Fiatlar yükselmesin yalanıyla devlet eliyle dışarıdan A’dan, Z’ye ne kadar ürün varsa ithal etmeye başladılar. Onlar ithal ettikçe bizim üretimimizin hem maliyeti arttı, hem de ürünler maliyetinden aşağı bu CEO’lara verildi. Şimdi öyle bir duruma gelindi ki üreten, işleten ve paketleyenler 1800 lü yıllardaki köleler gibi karın tokluğuna çalıştırılmaya başlandı.

Ülkemizin her alanına vampir gibi dadanan bu işletmeler kayıtsız şartsız Fiat belirleme de tek mercii oldular. Ne derlerse o hesabı. Bu zaman içinde geldiğimiz noktada, ürünlerin hem fiyatı yükseldi, hem de gramajları gram gram düşürüldü.

Cengiz Erşahin’in mücadele ruhu adlı bir kitabında şöyle bir hikaye okumuştum.  Bir gün, demiryolu görevlisi iki yaşındaki oğlunu işe götürür. Bu adam trenlerin ray değiştirmesi için gerekli kolları çekmekle görevlidir. Tam rayı değiştirmesi gerektiği sırada, çocuğu rayı değiştiren kolun altına düşer. İki tren hızla birbirine doğru yaklaşmaktadır. Adamın fazla zamanı yoktur. Çocuk iki metre aşağıda kolun altında sıkışıp kalmıştır ve eğer rayları değiştirmezse, iki yolcu dolu tren çarpışacaktır. Bu yüzlerce ölü demekti. Ama kolu çekerse de kendi çocuğunun hayatına son verecekti. Bir karar vermesi gerekiyordu. Ya çocuğu ölecekti ya da yüzlerce kişi. Adam trenlerin çarpışmasına saniyeler kala kolu çekti.

Geldiğimiz nokta tam bu alıntı yazı gibidir. Devletimiz bunları görmeli, bilmeli ve acil tedbir almalıdır. Öyle bir duruma gelindi ki, ya trenlerin çarpışmasına müsaade edecek, seksen altı milyon vatandaş zarar görecek, ya da bu vampirlerin düzelmesi için kolu aşağı çekecek.

Son bir not düşmek istiyorum yazıma. Tarım kredi marketlerinin Fiatları ile, bu vampirlerin Fiatları arasında hiçbir fark yok. Belediyeler ekmek fırını ve marketler açmalı, var olanın ise sayısını çoğaltmalı rekabet etmelidirler. Yoksa bu vampirler damarlarımızdaki MEVCUT OLAN ASİL KANDAN bir damla dahi bırakmayacaklar.