Serin bir sabah. Yatağın sıcaklığını bıraktıktan sonra pencerenin önüne doğru gittim. Serinlikten içimin biraz titrediğini hissettim. Pencereyi açtım, soğuk hava yüzümü ve ellerime doğru bir tokat gibi geldi. Daha güneş doğmamış, şehir karanlığından sıyrılmamış, her yer alaca karanlık içindeydi.
Pencereye doğru yaslandım. Gördüğüm tüm evler gecenin uykusuna bürünmüş cansız bir şekilde sanki pencerenin önünden bana bakıyordu. Evlerin arasından İmaret Camii’nin gökyüzüne doğru yükselen minaresi boştu. Birazdan ışıkları yanmaya başlayacak ve ezanla şehri uyandıracaktı. Kapının arkasında duran ceketimi giyinip, içine sıkı sıkıya sarıldım. Üşümüş, soğuktan ceketimin içine adeta büzülmüştüm. Ezan okunmaya başladı. Namaza kalktığım ilk günler aklıma takıldı.
Babam, ah babam! Dünyada en çok sevdiğim, saygı duyduğum, değer vermiş olduğum insan. Babam, ah babam! Adam gibi adam… İlk abdest almasını, namaz kılmasını öğreten. İlk onunla Cuma namazına gitmiş, bayram namazlarında birlikte hep saf tutmuştuk ya…
Namaza kalktığım erken sabahlar, beni çocukluğuma götürür. Cumhuriyet İlkokulu’nun karşısında çıkmaz sokaktaydı bizim evimiz ve şimdiki Koç Apartmanı’nın bulunduğu apartmanın bulunduğu yerde Paşa Kemal’in evi vardı. Hayallerimde tasavvur ettiğim bir yer olarak kaldı burası. Paşa Kemal… Cumhuriyet İlkokulu’nun karşısındaki çıkmaz sokak. Akşehirliler bilir Paşa Kemal‘in oğludur Erkök Ağabey. Şimdi Erkök Ağabey’i de bilmeyen olabilir. Kısaca; Erkök Avcıoğlu, değerli bir Akşehir sever.
Bu mahalle, bu sokak hayalimde kaldı. Birçok yerleri unutulan, belki eski, belki uzak, unutulmaya yüz tutmuş bir hayal, belki bir rüya. Çok uzun yıllar gurbette kalmış, şehrini özlemiş bir insanın özlemi benim özlemim. Doğduğu yere özlem duyan, doğduğu yerin ufkunun koyu bir karanlık içinde bulan o hüznü yaşayan bir kişinin hüznü, acısı benimkisi.
Cumhuriyet ilkokulu o kadar yakın, o kadar da uzak. Ve bu çıkmaz sokaktan her gün geçen fayton tıkırtıları, koşum sesleri, çocukların sesleri, yıkıldım yıkılıyorum diyerek duran büyük duvarlar, hüznü de beraber getirir, sisler bulutunun içinden ve alır götürür hayallerin sokağına.
Daracık bir sokaktır Paşa Kemallerin evinin önünden giden. Sağlı sollu birbirine bakan küçük pencereli evler. Üç metre aralığında daracık bir sokak Faytoncu Sabri’nin han kapısı gibi çıkmazda duran evine giden. İşte bu daracık sokakta oynayan şu küçüklere bakın; Yaşar, Ahmet, Erkök, Kadir… Daha kimler, kimler? Akşehir’e yön verdi bu değerler.
Hayallerin ötesinde Paşa Kemal’in evinin önünde duran fayton, sabahtan iki küçüğü kapı önünde ellerinde çantaları ile valizleriyle bekleten. İstasyona götürülecek, yıllar sonra üniversite bitirecek iki güzel insan. İki kardeşi alıp istasyona götüren bir yolculuk. Hayal gibi… Düş gibi… Hayatın içinden… Hayat gibi… Erkök Ağabey gibi, hayal gibi, düşlerle birlikte tren yolculuğuna götüren, mahmur gözlerin geçmişte kalan özlemleriyle…
Neydi Kemal Bey’e verilen bu unvan: Paşa Kemal. Paşa… Osmanlı İmparatorluğu zamanında albaydan üstün rütbede bulunan askere verilen isim. Cumhuriyet döneminde ise general. Bir bağlantı kurmalı. Paşa Kemal… Mahallenin sevilen, saygı duyulan kişisi. Gözde insan. Çok sevilen bir kişilik olması gerekli hayallerin ötesinde. Puslu şehrin karanlığında kalmış, sevilen şahsiyet. Kemal ismine verilen bu unvan. O zamanı yaşamadım. Düşünüyorum; böyle miydi acaba Paşa Kemal…
Paşa Kemal; hayallerin ötesinde, düşlerden yakın, yüreğin kanat çırpan yelpazesindeki Paşa Kemal. Çok efendi, ağır, salim, ağır başlı, sözü dinlenen, Akşehir ve Çay Mahallesi’nde sevilen değerli kişilik, böyle de olabilir. Bir düş, bir hayal. Boş yaşanan bir hayat bizimkisi. Erkök Ağabeyin hayalinde kalan resim, gönlün atışı, “ah babam sağ olsaydı” dedirten, gözyaşların bedende hakim olunamadığı o anlar. Ah, o yıllar öncesinin Akşehir’i, faytoncuları, o güzel insanlar. Ve şimdiki bizler; tatsız, tuzsuz, sevgisiz, aşksız, hayalsiz, heyecansız kişilikler. Geçmişten bugüne geçen avare yılların verdiği boş ve boşlukta geçen hayat. Bakın şimdi ne kadar da boş hırslarla, basit ve yaralı gönüllerimiz, sevmiyorum ben çağın getirdiklerini. Sevmiyorum işte, bir yerde ruhum yaralanmış, kalbimse kırık.
Okunan ezan sesiyle birlikte Erkök Ağabeyin kolundan tutmuş yürüyorduk İmaret Camii’nin önünden. “Baban bana ve kardeşime bir iltifat yapacağı zaman babamın üstünden ‘sen Paşa Kemal’in oğlusun’ derdi” diyor.
Bu bir sevgiydi, hayatın içinden. Daha önce hiç görülmemiş bir mutluluk, bir rüyaydı belki bu geçici ve yalan olan ömür içinde bir ömür… Unutulmayan, kabus olmayan o çağlar. Hayat bu işte. Geçmişin adına kalan hayal gibi, düş gibi bir boşluk… (AKŞEHİR-2011)