Saray Sineması’ndan çıkıp sigarasını yaktı. Yan sokaktan çıkan faytonun dönüşünü bekledi. Sonra yoluna devam etti. Sinemadan çıkanlar mısır patlağı gibi Anıt Alanı’na dağıldı. Kendisini bir anda kalabalık, telaşlı, heyecanlı yolda buldu. Pastaneler, sinemalar dolup taşıyor, faytoncular alanı doldurmuş müşteri bekliyordu. Sinemanın karşısında bulunan bakkal dükkânları birkaç kahvehane ve bir de tüpçü açıktı. Biraz aşağıda Güvendik Pastanesi’nden çalan gramofondan bir türkü caddeye yayılıyordu.
Kendisini kalabalığın akıntısı içerisinde buldu. Bir buçuk saatlik bir macera filminden sonra artık ayakkabı mağazalarının vitrinlerine, fotoğrafçıların vitrinlerine, bir kitapçının vitrinindeki yeni çıkan kitaplara bakmaya başladı. Anıt Alanı kalabalıktı. Yanındakine yöresindekine istemeden de olsa çarpa çarpa yürüdü. Birisi omzuna öyle bir vurarak geçti ki ne özür diledi ne affedersin dedi. Öylesine geçti gitti. Sanki omuz vuran o değildi. Ardı sıra baktı. Canı sıkıldı, Aldırmadı. Uymadı. Kol kola geçen sevgililer, sigaralarını savuran delikanlılar gördü. Ne güzel kızlar gördü. Gençti. Ne kalbi dayandı. Ne gözleri. Baktı. Telaş içinde sinemalara, pastanelere koşanları gördü.
Gökten inen karanlıkla birlikte Arasta esnafının da kepenkleri bir bir iniyor, kepenk sesleri duyuluyor, esnaf dükkân kapılarını kilitliyordu.
Ak şehre karanlık çökünce evden kahveye gidenler, geceyi sevenler, bekçilerden ve kendisi gibi sinemadan çıkan dükkânını kilitleyip eve gidenlerden başkasına rast gelinmiyordu.
Ağır ağır yürüdü. Arastanın dar yollarından ağaçlıklı ıhlamur kokulu Hıdırlık Caddesi kendisine kollarını aştı. Karanlık şehri istila etmişti. Yol boyunda bir kahvehaneye girdi. Pişpirik oynayanları seyretti. Bir bardak çay içti. Bardağın kenarına bir beş kuruş bıraktı. Çıktı. Karşı kaldırımdan geçen iki sarhoş gördü. Gecenin karanlığında uluyan bir köpek sesi işitti. Sonra bekçi düdüğü.
Şirin Irmak Sokağı boş ve kimsesizdi. Tanıdığı tanımadığı konu komşunun hep ışıkları sönmüştü. Bir kız sevmişti. Belki boş sevgiydi. Penceresine baktı. Onu düşündü. Hayaldi. Hoştu. Boştu.
Yorgundu. Odasına girip yatağına uzanınca rüyalarında bile bu şehrin insanları, sinemaları, caddeleri rüyalarına girerdi. Bu şehri öyle severdi.
Gecenin bir yarısı bekçi düdüğü çaldı. Rüyalarından uyandı. ‘Bu anıları ben mi yaşadım’ dedi. Aslında ne bu şehir, ne bu insanlar, ne hayaller ne bu hayatlar ne de hatıralar vardı. Hiçbir şey yoktu aslında. Küçük bir oda. Dört duvar. Habire yazıp karaladığım, sildiğim kâğıt ve kalem. Saat: Yirmi dördü geçiyordu...