Aylardan Temmuz. Bir öğle vakti. Komşu Güldane Abla’nın sesi. Yine kızına bağırıyor. Neden bağırdığı anlaşılmıyor ya bağırıyor işte. Her zamanki halleri bunlar. Bu arada küçük bir kedi çöp tenekesinin içinden fırladı. Birkaç ev ötede sesler geliyor. Güneş sıcaklığını hissettiriyor. Yine yan komşunun tavuklarının sesleri köpek seslerine karışıyor ki sanırsın bir koro tutturmuşlar.
İğneci Nurilerin evinde yine kadınlar bahçe altındaki dut ağacının altına oturmuşlar. Yüksek perdeden sesler geliyor. Mutlaka yine dedikodu yapıyorlardır. İğneci Nuri yok anlaşılan, yine iğneye gitmiş olsa gerek ki mahallenin kadınları toplanmış, birazdan da çay partisi başlar, diye düşünüyorum ki yanıldığımı anlıyorum; birazdan O da çantası ve şemsiyesini alarak çıkıyor. Malum yaşlılık. Güneşten korunacak, olmadı kendisine destek yaparak yürüyecek bu şehrin yollarını. Şemsiyesini açıyor. Mutlaka yine bir iğne işi çıkmıştır. Çıkmasa İğneci Nuri Efendi dışarı mı çıkar? Hayatta olmaz. Yazdı, kıştı dinlemez mutlaka herkesin ihtiyacına koşardı.
Yine öyle, bir elinde çantasıyla bir elinde şemsiyesiyle çıkmış, sokağın başındaki evinden yokuş aşağı iniyordu. Çıkmaz sokakta kapı aralarında oturan bu kadınlar kendisini görünce yüzlerini kapadılar. Yavaş yavaş yokuşu iniyordu. Yılların yorgun ayakları onu yavaş yavaş şehre doğru götürecekti. Bu daracık sokaktaki evler birbirine bakıyordu ki neredeyse yıkılmaya yüz tutmuş, bildiğimiz fakir evler, fakir evleriydi. Hatta şu İdris’in evini görüyor musunuz, neredeyse evin kamburu çıkmış ki direklerle de desteklenmişti. Mahallenin, daha doğrusu Akşehir’in sevilen faytoncusu öğle namazını kılmış o dev cüssesiyle sanki yollara, yıkılmaya yüz tutmuş, direklerle desteklenmiş şu evlere inat, paçalı pantolonuyla, yıllara, İğneci Nuri ‘ye inat eder gibi geliyordu.
“Selamünaleyküm”
“Aleykümselam Sabri Bey”
Neden sonra bu yokuşu inmişti. Çocuklar Cumhuriyet İlkokulu’ndan mısır patlağı gibi dağılmışlardı. Her biri bir yana koşuşturuyordu. Temmuz ayının sıcağında çocukların arasından duvar diplerine doğru kaçmaya başladı. Oooffff! Neydi böyle, Nuri Efendi rahatsız olmuştu. Yürü yürü yol mu bitecek? Neden sonra Akşehir Çayı’nı takip eden ayakları Nasreddin Hoca Mezarlığı’na kadar dayanabilmiş, mezarlığın kimi yeri yıkıntı, kimi yeri taşları görünen harabe duvarına dayanmıştı artık.
Birdenbire yanında birisini gördü. Nalbant Mustafa… Nereden yanına gelmişti. Mezarlıktan mı gelmişti, arka sokaklardan birisinden mi çıkıp karşısına duruvermişti? İğneci Nuri Efendiye; “Yorulmuş gibisin, yoksa birini mi bekliyorsun?” diye sordu.
“Yooook! Yoookkk! Hastaya gidiyorum.”
“Bekleyecek misin böyle?”
“Yorgunluk işte…”
“Dur yoksa, başka bir işin mi var?”
“Allah muhafaza, bu yaşta.”
“İnsanlık bu, olur ya!”
İğneci Nuri’ye takılıyordu ya o da bunun farkındaydı. İğneci Nuri Efendi kızmadı, bir şey de söylemedi. Biraz durduktan sonra Nalbant gene İğneci Nuri’ye; “Haydi gidelim, duracak mıyız?”
“Ben yoruldum, biraz daha duracağım.”
“Gidelim istersen, dinlenmişsindir de. Hasta bu kadar iğneci bekler mi?”
“Elbet beklemez ama…”
“Haydi gidelim…”
Birlikte şemsiye altında yürümeye başladılar. Nasreddin Hoca Mezarlığı’nın önünden karşı yola Akşehir Çay’ına doğru geçtiler. Nalbant Mustafa’nın nalbantlığı eskidendi, İğneci Nuri Efendi’ye takılacak, iğneci ile birlikte gezmiş olacak, bir hasta ziyaretinde bulunacaktı. İğneci Nuri Efendi ile birlikte yol almaya başladılar. Nalbant Mustafa neden sonra, Kaytanlar Mahallesi’nden Hafız Ali’nin evine gideceklerini, iğnesinin yapılacağını öğrenmişti.
****
Akşamüzeri dönüş yolundaydılar. Nalbant’ın evi Şirin Irmak Sokağı’nda, İğneci Nuri’nin evi Çay Mahallesi’ndeydi. Önden Nalbant Mustafa yürüyordu, peşi sıra İğneci Nuri Efendi. Geldikleri yolu tutturup geriye dönüyorlardı. Mahalle kahvesinin önüne doğru geldiler. Kahvenin önünde iki kişi vardı. Hasır iskemlelere oturmuşlar, tavla oynuyorlardı ki heyecanlı bir oyun olduğu belliydi. İğneci Nuri Efendi ve Nalbant Mustafa oyun oynayanların yanında bulunan diğer iki hasır iskemleye oturup tavla izlemeye koyuldular. Kendilerine söylenen çayları içmeye koyuldular. Oyunculardan birisi İğneci Nuri Efendiye:
“Hayrola! Yine kim hasta?”
“Hafız Ali Efendi…”
“Vah vahhhh! Durumu nasıl?”
“Birkaç güne kadar toparlar.”
Nalbant Mustafa; “Haydi kalkalım artık Nuri Efendi, haydi kalkalım artık!” Evlerine az kalmıştı yürümeye başladılar. Oyunculardan biri yine kaybetmişti, karşısındaki oyuncuya; “Bunu saymam. Nalbant geldi taşımı kırdı.” dedi, “Yarın tekrar oynayacağız, bu oyunun bir de rövanşı var.” Diğer oyuncu gülerek; “Yenilen pehlivan güreşe doymazmış ya seninki de o hesap Osman Efendi, öyle olsun.” diyordu, “Öyle olsun.”
****
Akşam oluyordu, İğneci Nuri Efendi köşedeki Durmuş Bakkal’dan ekmeğini aldı. Bu arada Nalbant Mustafa da Şirin Irmak’taki evine doğru yol alıyordu. Dar sokakta yine bazı komşu kadınlar konuşmaya dalmışlardı, İğneci geçerken, başlarını çeviriyorlar, görmezden geliyorlardı. Kapıyı çaldı. Eşi kapının ipini çekmiş, içeriye girmişti. Odanın içini mis gibi kuru fasulye kokusu sarmıştı. Odasına çıkmadan önce çantasını, şemsiyesini kapının önüne koydu. Odasına çıktı. Gecelik entarisini giydi. Mis gibi Akşehir Hıdırlığı’nın havası geliyor, Çay Mahallesi’ne akşamın karanlığı çöküyordu.
Yıldızlara baktı uzun uzun. Hıdırlığın mis gibi kokusunu ciğerlerine çekti. Tertemiz havasıyla, güler yüzlü insanlarıyla, Nasreddin Hoca’sıyla, Seydi Mahmut Hayrani Türbesi ile bu şehir insanın ömrüne ömür katıyordu. “Ölüm Allah’ın emri hastalık olmasaydı.” Hayat çok güzeldi, altmış beş yaşında da olsa güzeldi. Hayallerini, Akşehir’in sevilen faytoncusu Faytoncu Sabri Bey’in fayton sesi bozuyordu. Hanımı neden sonra yanına geldi; “Nuri Efendiiii! Nuri Efendiiii!” Evinin balkonunda oturan Nuri Efendi; “Hayrola Hanım!”
“Bu seni kaçıncı çağırmam, yemek soğuyacak, duymadın mı?”
“Duymadım hanım, kusura bakma duymadım.” diyordu, …ve İğneci Nuri Efendi için hayat gerçekten çok güzeldi, insanın ömrü olmalıydı da yaşamalıydı. (Akşehir-2007)