Köyümüzde bizim kuşağa gelinceye dek ne okul, ne öğretmen ne de okuma-yazma vardı.
On, on iki yaşlarındaydık. Bizi okutmak için komşu köyden Köy Enstitüsü’nde altı aylık kurs görmüş, Ferhat Er gelmişti. O bir eğitmendi, ama biz ona öğretmen diyorduk. Bizi köy odasının altında o toplamıştı.
Sınıfta elli yaramaz çocuktuk. Her fırsatta, sapanla, taşla kuşları vuruyor, yumur-talarını kırıyor, yuvalarını bozuyorduk. Sahipli, sahipsiz bağ ve bahçelere dalıyor, salatalık, marul, domates, erik, elma, üzüm çalıyorduk.
Durumumuzu gören eğitmenimiz çok şaşırmış, çok üzülmüştü.
“Artık okullu oldunuz. Okullu çocuklar hiçbir canlıya zarar vermezler. Sahibinin haberi olmadan hiçbir sebzeye, meyveye dokunmazlar. Bundan sonra erik, elma hır-sızlığı bile yapmayacaksınız, tamam mı?” diye kızmış, azarlamıştı.
Biz de hep bir ağızdan:
“Tamam öğretmenim,” yanıtını vermiştik.
Okulda verdiğimiz sözleri ise dışarı çıkınca hemen unutuyorduk. Eğitmenimizin söyledikleri, bir kulağımızdan giriyor, öbüründen çıkıyordu.
Köyde herkes birbirinin bahçesine, tarlasına giriyor sormadan sebze, meyve kopa-rıyordu. Bu öteden beri sürüp gelen bir alışkanlıktı. Köyde olabildiğince bir hoşgörü vardı.
Eğitmenimiz, öğütlerinin hiçinsendiğini görünce bu kez de camiye, odalara git-meye, halkı uyarmaya başladı. Dinleyenlerin çoğu onu haklı buluyor, kimileri de gülüp geçiyordu.
Bazıları da:
“Bu eğitmen de kendi işine bakmıyor, eski köye yeni görenek getirmeye çalışıyor,” diyordu.
Eğitmenimiz en küçük hırsızlığı bile hoş görmüyordu. Biz de onu üzmemek için sevmediği şeyleri gizli yapıyorduk.
Bir cuma günüydü, hepimizi caminin önüne götürdü.
Namazdan çıkanlara da, “gitmeyin,” anlamında elini havaya kaldırdı. Cami kapısına uzanan merdiven basamaklarından birinin üzerine çıktı. İşaret parmağını göstere göstere şöyle konuştu.
“Bu hırsızlık denen kötü alışkanlıktan hem çocuklar, hem büyükler vazgeçecek. Bu konuda herkesten yardım istiyorum.
Bakın. Size bu konuda bir öykü anlatacağım ister beğenin, ister beğenmeyin. Önce dinleyin, sonra kararınızı verin.
HIRSIZLIK HAKSIZLIK” diyerek şu öyküyü söyledi:
“Çok eskiden fakirin biri, bir ırmak kıyısında elini, yüzünü, yıkarken bir elmanın kendisine doğru akıp geldiğini görmüş. Onu hemen yakalamış. Bakmış ki, elma çok güzel. Dalından yeni kopmuş gibi. Kısmetinin ayağına geldiğini düşünerek, ondan birkaç lokma ısırmış. Sonra da sahibinden izin almadan yediği için pişman olmuş, üzülmüş.
Isırdığı elmayı eline almış, suyun geldiği yöne doğru yürümeye başlamış. Saatler sonra dalları, ırmağa doğru uzanan elma ağacına, sonra da o bahçeye ve elmanın sahibine ulaşmış, şöyle söylemiş:
“Irmak kıyısında elimi, yüzümü yıkıyordum. Suyun üzerinde akıp gitmekte olan bir elma gördüm, onu aldım. Önce kısmetim, dedim, bir parça yedim. Sonra da haram olduğunu düşündüm. Suyun geldiği yöne doğru ilerledim, bu bahçeyi ve sizi buldum. Lütfen yediğim o birkaç lokmayı helal edin.”
Elma sahibi bu iyi ve doğru düşünceli adamı, sınamak ve sınavdan geçirmek istemiş. Demiş ki:
“Ben senin gerçekten helallik dilemek amacı ile geldiğini öğrenmek istiyorum. ‘Su getirmiş,’ diyerek suçunu hafifletmek istiyorsan aldanırsın.
Hakkımı helal edebilmem için bir koşulum var. Eğer onu yerine getirirsen senin doğrucu ve haram yemeyen biri olduğunu anlayacağım.”
Doğrucu adam sormuş:
“Koşulunuz nedir?”
“Yediğin elmaya karşılık bu bahçeyi koruyacaksın, bir yıl bekçilik yapacaksın.”
Doğrucu adam hiç düşünmeden razı olmuş.
“Tamam. Kabul ediyorum. Yeter ki, sen o yediğim birkaç lokma elmayı helal et. ”
Doğrucu adam hileye, yalana kaçmadan o bahçede bir yıl bekçilik yapmış. Yılın sonunda orada bir yılını doldurmuş. İzin almak, memleketine gitmek ve yediği elmayı helal edip etmediğini öğrenmek için elma sahibinin yanına gitmiş.
Elma sahibi şöyle söylemiş:
“Sana bir elma değil, bin elma helal olsun. Anladım ki sen iyi bir insansın. Güle güle git. Yolun açık olsun. Ancak birbirimizden ayrılmadan önce senden bir ricada daha buluna-cağım.”
Doğrucu adam yarı şaşkın, yarı heyecanlı sormuş.
“Ne gibi?”
Elma sahibi ricasını şöyle sürdürmüş:
“Bir kızım var. Gözleri görmez. Kulakları duymaz. Elleri tutmaz. Ayakları ise hiç yürü-mez. Onu senin gibi helal süt emmiş biri ile evlendiremezsem bu dünyadan gözlerim açık gidecek. Ne olur gel şu kızımı al. Düğününüzü ise ben yapayım.”
Doğrucu adam, bu teklifi de düşünmeden kabul etmiş.
“Tamam,” demiş. “Kör, sağır, eli tutmaz ve kötürüm kızınla evleneceğim.”
Söz, nişan, düğün derken birden nikâh kıyılmış.
Doğrucu adam gerdek gecesi bakmış ki karşısında dünya güzeli bir gelin durmuyor mu? Üstelik de ne kör, ne sağır. Elleri ayakları ise sapasağlam.
Doğrucu adam şaşkınlığını gizleyememiş, dünyalar güzeli geline:
“O kız sen değilsin?” demiş. Hemen dışarıya fırlamış.
Koşmuş kızın babasına gitmiş. “Bir yanlışlık oldu.”
“Bu kız kör değil, sağır değil. Elleri tutuyor, ayakları yürüyor,” demiş.
“Hayır,” demiş, kızın babası. “Sen beni yanlış anladın. Kızım kör demekle; harama bakmamış, dilsiz, sağır demekle; kötü söylememiş, kötü sözler işitmemiş, elleri sakat demekle; hırsızlık yapmamış, topal demekle; kötü yolda olmadığını anlatmak istedim. Haydi, şimdi git, kızımla mutlu ol, mutlu yaşa.”