Bu hikâyemi şimdiye kadar hiçbir gazetede yayımlatmadım, yayınlatmayı da düşünmedim, belki de anlattığım karşımdaki insanlara bana inanmayacaklarını düşündüğümden olsa gerek. Bu hikâyeyi her hatırladığımda korkuyor, korkularla irkilip rüyalarımdan uyanıyordum. Her gece yattığımda odanın ışıklarını yakarak uyumam belki de işe yarıyordu fakat o da bir yere kadardı, fakat sanıldığı gibi değildi. Geceleri odanın karanlığını kaplayan ne kadar gölge olduğunu hissettiniz mi? Işıkların yanması bile bir yerde bu gölgeleri alıp götürmüyordu.

Güdük Mustafa’nın birahanesi kasabanın biraz uzağında beşinci kilometredeydi. Bu gece birahanenin devamlı müşterilerinden olarak Mobilyacı Kadir, işsiz Rıza son müşteriler olarak kalmıştı. Birahanede kasanın yanına oturmuşlar, bira içiyorlar, oradan buradan, boş boş konuşuyorlardı.

Burası Güdük Mustafa’nın birahanesiydi. Akşam olduğu zaman her zaman olduğu gibi Güdük Mustafa’nın yanında otururlar, onun fikirlerinden faydalanmaya çalışırlardı, fakat o da zeki birisi değildi. Mobilyacının son zamanlarda işleri çok kötü gidiyordu, Rıza ise Mobilyacının yancısıydı. Kasaba çok sıkıntılı günler yaşıyordu.

Kadir‘in otomobili birahaneden elli metre kadar uzaktaydı. Gecenin ışıkları otomobilin tozlarını parlatıyordu. Rıza’nın gözleri ileriden gelen otomobili fark etti. Gözleri çok keskindi. Gelen otomobil de döküntü yetmişli yıllarda kalma Hacı Murat olmalıydı ki sesi kulakları tırmalıyor, farları yanmıyordu. Saatte ancak on kilometre hızla ya ilerliyor ya ilerlemiyor, yollarda adeta zikzak çizerek geliyordu. Arabanın sesini ondan başka kimse hissetmemişti.

Rıza:

“-Bu içmeden sarhoş olmuş, şu gelene bakın!”

Mustafa:

“-Doğru. Hey! Hey! Bu ne yapıyor?”

Araba adeta yalpalayarak, sarsılarak geliyor, tekerlekleri yollardaki tozları etrafa saçarak ilerliyordu. Kısa bir süre yavaşça ilerledi. Az kalsın hendeği dolduracaktı. Şoför sanki birahaneyi fark etmişti, fark etmesine fakat onun için artık çok geçti. Motorun gürültüsü yavaş yavaş kesildi. Hırıltılı sesler çıkartarak Mobilyacı Kadir‘in Nuh Nebi’den kalma arabasına arkadan gelip de öyle bir çarptı ki… Araba hala homurtulu sesler çıkartıyordu.

Üçü birden ayağa kalktılar.

“-Aptal!” diye ilk bağıran Kadir oldu.

Mustafa:

“-Bu geri zekâlı ne yapıyor?”

Arabanın yanına koştular. Araçtaki sürücünün başının cama vurduğunu gördüler.

Araç hala homurtulu sesler çıkartıyordu.

Mustafa:

“Araç patlayabilir” diyordu.

Kadir:

“-Sarhoş olmalı.” dedi.

Mustafa önde, Kadir onun yanında, Rıza biraz gerideydi.

Rıza:

“-Ya hızla gelip birahaneye girseydi, şu an hepimiz ölmüştük…”dedi.

Şu an motorun soğumaya başlayan sesini duyuyorlardı. Rıza şoförün yanındaki kapıyı açtı, açmasına fakat adam bir çuval gibi kapıdan dışarıya kayıvermişti.

Mustafa:

“-Aman Allah’ım ölmüş.” Diye bağırdı. Sesi gecenin karanlığında bir çığlığı andırıyordu. Adamın kanayan alnını görünce kusmaya başladı.

“Beni kan tutar, beni kan tutar!” diye bağırmaya başladı.

Rıza, adam yere yığılmadan önce ustalıkla şoförü yakalamıştı. İçeriden ağır bir kan kokusu, biraz ilerde Mustafa ‘nın iğrenç kusmuğu vardı ki hala da kusuyordu.

Rıza ve Kadir adamı kollarından sürükleyerek birahaneye doğru ağacın altına sürüklediler. Birahanenin ışıkları gece karanlığında yüzleri daha bir çirkinleştiriyordu.

Mustafa arabaya doğru yöneldi. Aracın içine bakıyordu. Aracın içi bira şişeleriyle doluydu.

Mustafa başını sallayarak “Bu ölmüş, ölmüş!” dedi. Bu arada yüzü korkudan sapsarı olmuş, cebinden çıkarttığı bir sigarayı yakmaya çalışıyordu. Bu arada midesi de tekrar bulanmaya başlamıştı.

On dakika sonra ambulans yaklaştı, tepesinde yanan ışık, etrafı aydınlatıyordu.

Doktor “Bu ölmüş” diyordu.

Cebinden cüzdanını çıkarttılar. Cüzdanından bir ellilik bir de onluk olmak üzere sadece altmış lira, ehliyet, karısı ve kızı olduğu anlaşılan bir çocuk resmi vardı. Kimliğinden isminin Kemal Güçlü olduğu yazıyordu. Cüzdanını tekrar cebine koydular.

Saat gecenin yarısını gösteriyordu.

***

Kadir arabasına doğru yol alırken:

“Buradan gideceğim.” Diyordu.

Hala kusmakta olan Mustafa:

“-Vakit çok geç… Dükkânda kalabilirsin…”

Kadir:

“Burada kalınmaz.” Diyerek otomobiline doğru yürüyordu, fakat bu koşturmacada otomobilin anahtarını kaybetmişti.

“-Yine de gideceğim. “ dedi.

Rıza:

“-Karanlık…”

“-Karanlıktan korkmuyorum…”

Çöken gece karanlığında gecenin sessizliğini dinleyerek toprak yolda yürümeye başladı. Kasaba beş kilometre kadar uzaktaydı. Bir köpek sesine, yakınlarda bir yerden baykuş sesi cevap veriyordu. Hafifçe esen rüzgâr neredeyse karanlığı yutacak bir iç geçiriyordu. Şehre giden upuzun yolun iki yanını çevreleyen yüksek ağaçlar, ayı görünmez kılıyordu.

Birahaneden uzaklaştıkça içine bir ürperti doluyor. Durmak şöyle dursun, yavaşlamaya bile niyeti olmayan arabalara boş yere el sallıyordu. Böylece bir kilometre kadar yürüdü, geriye dört kilometre vardı ki… Ağaçlar hâlâ yolun iki tarafını sarıyordu. Her geçen araca umutla bakıyordu bakmasına fakat… Yanından geçen araçlardan biri “ –Sarhoş, gecenin bir vaktinde buralarda ne yapıyorsun? Yürü de aklın başına gelsin …” diyerek, yanından geçerken kahkahalarla gülüyordu.

Karanlıktan korkmuyordu, fakat bu uğursuz köpek ulumaları, baykuş sesi. Dik bir tepeyi içtiği biraların etkisiyle, zor da olsa tırmandı. Ağaçlar birden kayboluvermişti. Bahçelerin içinde siyah bir şey görmüştü. Biraz daha yaklaşınca siyah bir köpek olduğu fark etti. O sırada çok yorgun ve bitkin bir haldeydi. Aracın arabasına çarpması, yaşanan panik, sarhoş sürücünün ölmesi, ama bunu kendisi istemişti. Birahanede de kalabilirdi fakat çok geçti; artık yürüyecek kasabaya varacaktı.

Mezarlığın yola yakın kısmı yarı yıkılmış taş duvarlarla uzanıyordu. Mezarlık duvarına yorgunluktan oturdu. Kilometrelerce öteden şehrin ışıkları görünüyordu Kasabaya giden bir aracı gördüğünde elini kaldıracak, kendisini aldıklarında kasabaya on bilemedin on beş dakika içerisinde ulaşabilecek, bu arada da yorgun ayaklarını dinlendirecekti.

Mezarlığın kenarından bir çay akıyor, çayın sesine kurbağa sesleri karışıyor, gecenin sessizliğini ötelerden gelen köpek ulumaları, bir baykuş sesi ve ağaçların hışırdayan sesleri kaplıyordu.

Uzun süre yola baktı. Ne gelen vardı, ne giden. Mezar taşlarını ay ışığı aydınlatıyordu. Mezarlığın içerisinde doğru yürüdü. Hafice esen rüzgâr biraz hızlanmıştı. Saçları rüzgârla birlikte dağıldı; saçlarını düzeltti. Ayaklarına çarpan mezar taşları ne kadar da eskiydi. Mezar taşlarının birçoğu mezarlığa devrilmişti. Mezar taşlarının birinin önünde durmuştu. Mevtanın hayatı ne kadar da kısa yazılmıştı: Kemal Güçlü. İsmin altında doğum ve ölüm tarihleri: 19 Ocak 1984-03 Nisan 2021. Kendi kendisine :”-Kemal Güçlü mü?” dedi. “-Olamaz. Biraz önce kaza yapan Kemal Güçlü. 03 Nisan 2021 mi? O bugündü. Nasıl olurdu?

Okumak için biraz daha eğildi. Korkuyla elleri titremeye başladı. Aynı gün, aynı anda, Kemal Güçlü’nün mezarı karşısındaydı.

Yalnızdı ve bu gece çok korkunç olacaktı.

Dizlerinin hemen üzerine çöktü. Aklına ilk gelen şey besmele çekmek oldu. “Bismillahirrahmanirrahim!” Ardı ardına besmele çekiyordu. Çok yorgun ve üstelik de içkiliydi de. Belki Kemal ismi doğru olabilirdi fakat soyadı, yanlış mutlaka yanlış okumuş olmalıydı.
Mezar taşına bakmamak için kendisini zorluyor, bakmaktan kaçınıyordu. Ama ne okuduğunu biliyordu işte: Kemal Güçlü.

Kendi kendisine :”Saçma” dedi, korkuyla koşar adım mezarlığın yıkıntı duvarları arasından koşar adım çıktı.

Yaklaşan bir arabanın far lambaları tepeye ulaşmıştı. Arabanın farları yaklaştığında elini kaldırdı. Mutlaka durması gerekiyordu. Araba yanından hızla geçti. İleride stop lambalarını yakarak yolun sağında durdu. Yorgun adımlarla ayakları yalpalaya yalpalaya arabaya ulaştı. Araba sonradan modifiyeli yapılmış Murat 124 ‘tü. Üzerine de ateş şekilleri yapılmıştı. Uzaktan bakıldığında ateş kütlesini andırıyordu. Motoru da durduğu yerde öyle bir gürültü yapıyordu ki.

Kapısını açtı, arka koltuğa oturacaktı.

Simsiyah takım elbise giymiş, gençten sürücüsü:

“-Öne gel! Öne! “ dedi.

Arka kapıyı kapatarak ön koltuğa geçti.

“Teşekkür ederim, çok teşekkürler.”

“Gecenin bu vakti…”

“Birahanedeydim…”

Direksiyondaki sürücünün siyah takım elbisesi vardı. Siyah tenli, yüzü yuvarlak, saçları dik, gözleri adeta kıpkırmızı ateş gibiydi.

Neler oluyordu. Tekrar içerisinden bir besmele çekti, ardından bir daha.

Direksiyondaki sürücü:” Ne oldu? Karşılaştığımıza sevinmedin mi yoksa?” diye sordu, fakat çok korkunç bir sesi vardı. Böyle bir gençten yetmiş yaşında bir ihtiyarın sesi çıkıyordu.

“-Teşekkür ederim. Sevindim tabi.”

“-Galiba sizi gece yarısı dört kilometrelik bir uzaklıktan kurtaracağım.”

“Çok teşekkür ederim, çok naziksiniz.”

Korkudan ayakları titriyor, ellerini hissetmiyordu. Güçlükle konuşmaya gayret ediyordu fakat içinden de durmadan besmele çekiyordu.

Direksiyondaki gençten,  iğrenç  lağım kokusu gibi bir koku arabanın içine yayılıyordu. Direksiyonu tutan kurumuş elleri, ceset elleri gibi iğrençti. Ateş gibi gözleri, kurumuş elleri ile olsa olsa bu şeytanın ta kendisiydi.

“-Adın ne?”

Ellerini birbirine kenetlemiş, ağzında “besmele” ile yola devam ediyorlardı.

Direksiyondaki genç yineledi:

“-Adın ne?”

“Kadir” diyebilmişti, fakat sesini kendisi dahi duyamamıştı. Rüya görüyor olmayı umuyordu, fakat bu rüya değildi. Gecenin karanlığında karşısına aracıya çıkıp gelen şeytan olmalıydı.

Aracın kapısını açıp kaçmayı düşündü,  fakat nafile. Hemen uzanır kendisini tutabilirdi. Bunu yapabilirdi. Beynini yitirmiş gibiydi. Ağlamak istiyordu, ağlayamayacak kadar da öylesine korkuyordu ki. Evet, evet kendisini öldürecekti. Bunun başka nasıl bir izahı olabilirdi ki? Muhtemelen de acı içerisinde bir ölüm olacaktı. Bu dehşet vericiydi.  Olaylar nasıl bu şekilde gelişmişti?

“Tanıştığımıza memnun oldum Kadir” dedi. Ben de Kemal Güçlü.

Aman Allah’ım Kemal Güçlü mü? Keşke bu bir rüya olsaydı. Yoksa içkiyi fazla mı kaçırmıştı? Bu rüya değil, gerçekti. Hem de kasabaya giden bu araç, bu aracın içindeki iğrenç koku ve simsiyah takım elbise giymiş, kurumuş elleri ve alev saçan gözleriyle bu şeytan kadar gerçekti ve kahrolası şeytanla baş başaydı.

Ellerini birbirine kenetlemiş, ayaklarını adeta birbirine yapıştırmış, yüzü korkudan bembeyaz olmuştu. Korktuğunu belli etmemeliydi, korktuğunu hissettirmemeliydi. Ağaçlar bir yerde sıklaşıyor, bir yerde seyrekleşiyordu. Kemal Güçlü ölmüştü. Kemal Güçlü diye karşısına çıkan bu sürücü olsa olsa şeytandı. Yüzüne bakamıyordu.

Dünya sanki sallanmaya, kıyamet kendisi için kopmaya başlamıştı. Gözlerini kapadı. Bir an için her şeyi unutmak istiyordu.

“İyi misin ?” diye sordu sürücü.

Korkarak gözlerini açarak:

“-İyiyim! İyiyim!” diyebildi, fakat kendi sesini kendisi de duymuyordu.

“-Pekiyi görünmüyorsun? İyi olduğundan emin misin?”

“-Ben ineyim, biraz midem bulandı.”

Nasıl olsa başka bir araç yoldan geçer kendisini alırdı.

“-Bunu yapamam. Seni bu ıssız yolda bırakamam… Bu saatten sonra da buralara kimse gelmez. Sigara içer misin?”

“-Hayır”

Kulağının arkasına koyduğu sigarayı ağzına aldı. Sigarasını yaktı, bir nefes çekti ve dumanını arabanın içine bıraktı.

Arabanın pis kokusundan sonra bir de sigara kokusu arabanın içini dolduruyor, araba homurtulu sesler çıkartarak tozlu yollarda ilerliyordu.

“-Sigara içmediğinden emin misin?” dedi. Bu arada Kadir’in gömleğinin cebine de bir tane sigara bırakarak, “belki içersin” dedi.

Hiçbir şey söylemedi. Korkudan dili damağına yapışmış, sesi çıkmıyordu.

Onun için bu gecenin bir sabahı olmayacak, korkunç bir sonla bitecekti.

***

Sabahın ilk ışıklarıyla, Güdük Mustafa ve Rıza birahanenin koltuklarında uyandılar. Neden sonra kasabanın tozlu yollarına koyuldular.

Kasaba mezarlığının içinde birisi yatıyordu. İlk gören Güdük Mustafa oldu.

“-Hey şuna bak. Bu bizim Kadir değil mi?”

Güdük Mustafa arabayı mezarlığın yanına yaklaştırdı. Mezarlığın içindeki Kadir ‘in yanına vardıklarında Rıza ayağı ile Kadir’e dürterek:

“Haydi kalk! Haydi kalk!” diye sesleniyordu.

Kadir dirseklerinin üzerinde doğruldu. Gözlerini açtı. Nerede olduğunu, ne olduğunu tahmin edemiyordu. Kasabaya yakın bir mezarlıkta uyuyordu. Güneş doğmuştu.

Güdük Mustafa:

“-N’oldu?” dedi.

Rıza:

“-N’olacak, dedi, sarhoş kafayla buraya kadar gelip sızmış..”

Mezar taşları mezarlıkta küçük küçük adacıklar gibi yükseliyordu. Ayağa kalkmaya çalıştıysa da başının arkasında büyük bir sancı hissetti. Ayağa kalkmaya çalıştı. Üçüncü denemesinden sonra yattığı yerden doğrulabildi. Kasabaya ulaşmak isterken yorgunluktan uyuyakalmıştı. Bir ara şeytanla yüz yüze gelmişti. Ama Güdük Mustafa ile Rıza’ya anlatsa anlamazlardı. Tekrar mezar taşlarına baktı. Gözleri Kemal Güçlü’ye ait mezar taşını aradı. Yoktu, yoktu.

Güdük Mustafa:

“-Haydi! “ dedi , “Haydi”

Güdük Mustafa bir yandan, Rıza bir yandan Kadir ‘in kollarından tutarak, toprak yola arabaya doğru götürüyorlardı.

Beyaz gömleğinin cebinde tek bir sigara kalmıştı.

Bitti