06:48, 07:30, 08:20; sizin alarmınız hangi saate ayarlı?
Sabahları -güya sevimli olmaya çalışan- telefonlarımızın uyandırma sesiyle başlıyor günler. Kuş sesinden tutun da oyun havasını bile alarm müziği yapanlar var. Günaydın…
Ve sonrası; uyanık olma eşiğinden daha atlamadan, düşünceler koşturmaya başlıyor zihnimizde. Kalabalık, karmaşık ve düzensiz bir panayır yeri gibi. Her sabah kocaman bir trenden yolcular iniyor sanki kafamızın içine. Nereye gideceğini bilmeyen, farklı dillerde, farklı renklerde yolcular.
Düşünceler, düşünce kırıntıları, düşüncecikler. Asık suratlı, huysuz olanlar, panik içinde dönüp duranlar, memnuniyetsiz, söylenip duranlar, telaşlılar, bezginler... Umutsuzlar, karamsarlar, karanlığa dönüşmüş olanlar. Gülümseyenler, ciddiyetsiz, alaycı olanlar. Aklımızın içinde zaten, yerleşik hayata geçenler. Ev sahiplerimiz... Uyurken bile orada bir yerde pusuda bekleyenler.
Günaydın... Ve gürültü...
Hiç yapılmamış, belki hiç yapılmayacak konuşmaların kurguları, hiç gerçekleşmeyecek yüzleşmeler, “Şunu deseydim” ler, “Bir dahaki sefere...” diye biten sohbetler. Çoğu asla gerçekleşmeyecek karşılaşmaların sahnelenmesi. Henüz yataktan ayrılmayan vücudumuz da kendini hatırlatıyor.
Günaydın... Biraz baş ağrısı mı o. Ayaklarımdaki ağrı dünden kaldı galiba. Acıktık mı biz.
Günaydın. Sonra korku filmlerindeki sahneler gibi gündüz kabusuna dönüşüyor hepsi birden. Koca bir kovan dolusu arıyı salıvermişler gibi. Zayıflıklarımızdan, kendimizi yetersiz hissettiğimiz yerlerden vızır vızır içimize sızan, saldırgan ve aç arılar.
Ve sonuç yorgunluk. Stres, mutsuzluk, ama yine en çok yorgunluk. Tertemiz bir zihin elbette mümkün değil. Düşünen bir canlı diye tanımlanan insan, tabii ki güne bir solucan içgüdüsüyle başlamayacaktır. Ama yorgunluğu azaltmazsak, günün getirdiği her şey bir sis bulutunun arkasında kalacaktır.
Yaşananlara bakarken görüş mesafesini artırmak için, arıları susturmak gerek. Bir kitapta okumuştum, böyle zamanlarda kendini sabit bir kaya gibi düşünmelisin diyordu. Ve duyguların bir rüzgar gibi üzerinden geçip gitmesine izin vermelisin.
Galiba işte o arıların vızıltısı çekilmez bir hal aldığında kendimize dur demeliyiz. Dur. İşte tam bunu hissettiğinde dur. Her şey beklesin, sen dur. Birkaç dakika. Birkaç saniye belki. Ama dur. Kalbinin atışına odaklan. Çünkü orada bir yerde senin için çalışmaya devam edenler var. Ve elini kalbinin üzerine koy ve hatırla ki insanın yuvası kendi kalbidir. Tabii ki bu birkaç saniye, bazen birkaç dakika sürecektir sadece. Ama belki işe yarar.