Modern çağın gönüllü köleleriyiz aslında. Özgür kalmaya dair isteğimiz, kuklaların “özgürlük” diye bağırmaları kadar anlamsız sanki. İpleri gökyüzündeki uyduların elinde olan kuklalara dönüştük.
Herkesin aynı şeylerden şikayet ettiği ama o aynı şeylere tutkuyla bağlandığı bir devirdeyiz. Elimize cep telefonunu alamadığımız her an, bir boşluğa düştüğümüzü sanıyoruz. Sanki o an dünya yerinde oynadı. Bir biz kaldık gibi bir his. Bütün arkadaşlarımızin hayatı değişti, ekonomik dengeler alt üst oldu, savaşlar çıktı ve biz her şeyi kaçırdık…
Panik... Evet, cep telefonlarımızdan ayrı kaldığımız her an hissettiğimiz duygu, panik hali.
Görüntü, ses ve ışık saldırısı altındayız. Tanıdığımız hatta tanımadığımız insanların yüzleri bütün gün gözümüzün önünde. Gidilen mekanlar, şehirler, komik, ilginç, sıradan, sıkıcı her şey her an karşımızda.
Ve sesler, sözler. Birbiriyle anlamlı anlamsız bir sürü ses, bir sürü müzik... Kulaklarımızdan, gözlerimizden girip beynimize hücum eden bir ordu var sanki. Ve bu savaşı kazanma şansımız hiç yokmuş gibi geliyor.
İşin kötüsü; celladına aşık insanlar gibi, bu saldırı olmadan yapamıyoruz. Sessizliğe, görüntüsüzlüğe tahammülümüz kalmadı. Öyle bir çıkmaza düştük ki; kaçmak istesek de kaçabileceğimiz bir yer yokmuş gibi hissediyoruz.
Duralım mı birkaç dakika! Dursak mı! Durabilir miyiz? Durdursak mı? Kısacık, minicik bir ara mı versek? Her gün çok az da olsa, kapatsak elimizdekini. Birkaç dakika. Belki yarım saat. Hele bir saat olursa tadından yenmez.
Gökyüzüne bakalım, güzelse bile fotoğrafını çekmek istemeden. Toprağa bakalım, mevsimlerin üzerimizden geçişini izleyelim. Kimseye göstermeden saklı gizli içelim en az bir kahvemizi. O anın tadı sadece bizde kalsın.
Bırakalım mı her şeyi? Günde bir kez olsun. Duralım… Sessizce. Akan bir çağlayanın önünde, sessiz güçlü bir savaşçı gibi duralım. Duralım ki, yeniden gücümüzü toplayabilelim. Ve arındıralım beynimizi.
Tamamen uzaklaşabileceğimiz bir düzen artık yok kabul, ama durup dinlenmeye ihtiyacımız var. Bu stresler, bu özenmeler, bu yorulmalar, tahammülsüz hale gelişler, sabırsızlıklar, hep ondan.
Tabii ki günlerce aylarca sürekli gerekli gereksiz bilgiyi alan beynimiz, bir dost sohbetine bile katlanamaz. Tabii ki her gün binlerce farklı yüzü gören aklımız artık insan görmeye dayanamaz. Her şey zıddıyla vardır. İnsansız, gürültüsüz, ekransiz geçen o altın anlar, yeniden toparlanmamıza yardım edecektir. Yeniden karışacağız elbet o kalabalığa. Yine birşeyler izleyip güleceğiz, üzüleceğiz…
Ama günde bir yarım saat. Kalbimiz ve beynimiz, gözlerimiz ve kulaklarımız bunu hak ediyor. Bi deneyelim.
Erol Onur’un şiirini, Müşfik Kenter’in sesinden dinlemenizi tavsiye ederim.
Sonsuz saygılarımla...
“Hey dostluğu klavyelerinde, yaşamı monitörlerinde arayanlar! Size sesleniyorum:
Hangi tuş daha etkilidir sıcacık bir gülüşten ya da hangi program verebilir bir ağaç gölgesinde uyumanın keyfini?
Copy-paste yapabilir misiniz dalgaların sahile vuruşunu?
İçinizi ısıtan güneşi gönderebilir misiniz mail arkadaşınıza?
Sevgiyi tuşlarla mı yaşarsınız?
Öpüşmek için hangi tuşa basmak gerekir?
Ya da geri dönüşüm kutusunda saklanabilir mi kaybolan zaman?..
Doğayı bilgisayarlarına döşeyenler;
Neden görmezsiniz bir akasyanın tomurcuklandığını?
Ve ıslak toprak kokusu var mıdır kitaplarınızın arasında?
Koklamak, duymak, dokunmak yok mu yaşam skalanızda?
Bilgi toplumu oldunuz da duygu toplumu niye olmuyorsunuz?
Hayat ıskalamayı affetmez…
Keşkelerle, tühlerle baş başa kalmadan önce…”