İkinci Dünya Savaşını, Hitler'e karşı kazanan ülkeler; Birleşmiş Milletlerde icra gücü olarak bir konsey oluşturdular. Galipler dünyayı yönetip şekil vermeye hak ve güç buluyorlardı kendilerinde. Birleşmiş Milletleri, dünya demokrasisinin parlamentosu olarak kabul edersek; Güvenlik Konseyi de, icra gücü veya bir nevi kabinesi oluyor adeta...

*A.B.D. Güvenlik Konseyi'nin doğal üyesidir. İngiltere, Rusya, Çin ve Fransa da aynı güçlü konumdadırlar... Güvenlik konseyinde dünya durdukça, söz sahibidirler. Birleşmiş Milletlerde kahir ekseriyetle alınan haklı kararları bile, veto etme yetkileri var! Bu beş ülkenin kurdukları ittifak;  Güvenlik Konseyinde belli ve az sayıda seçişmiş üyeler de aldılar. Seçilmiş ülkeler, belli dönemlerde süreleri dolunca görevi bırakıyorlar; yerlerine yenileri seçiliyor.

İşte ;Geçen hafta Birleşmiş Milletlerde seçim vardı. Biz de Güvenlik Konseyinin üyesi olmak için adaydık.  İlk Turda ada ülkesi, yalnızca dört milyon nüfusu olan Yeni Zelanda seçildi. İkinci turu kaybettik! İspanya kazandı.  Portekiz'in bitişiğinde olan ve Fas ile arasında küçük bir boğaz bulunan, Boğa güreşlerinin ve kastanyetli rakkaselerin ülkesi İspanya'ya(ENDÜLÜS) gitmiştim. Yaşlılar, bizdeki bahçeli kıraathaneler benzeyen yerlerde ve meydanlarda sohbet edip gençliklerini anıyor ve politikacıları çekiştiriyorlardı. Nüfusu bizden azdı!  Avrupa ülkesi olarak, dünyaya hükmedenlerin gözünde ise, 4 milyon nüfuslu bir ada bile bizden değerliymiş! görülüyordu. NATO müttefiklerimiz desteklese; biz kazanırdık.

*Biz kazansaydık; "Türkiye Avrupa ülkesi midir? değil midir?" tartışması biterdi. Avrupalılığımız güzel bir fırsatla onanmış olur; Avrupa Birliği'ne girebilme olasılığımız ciddiyet kazanırdı... NEDEN GİREMEDİK?  Öncelikli yenilgi nedeni; batılı müttefiklerimizin, bizim adaylığımızı desteklememiş; hatta kale almamış olmalarıdır.

Bizde de kusur var: Güya Avrupa Birliği'ne üye olarak girmek gibi bir hedefimiz var! Fakat ülkemizdeki iktidar uygulamaları ve yönelişleri ise; Avrupa normlarının dışında ve tamamen tersine!

Padişah gibi davranışlar, Avrupa kültürüne uymuyor. Avrupa ülkelerinin en üst düzey yetkilileri; evlerinden işlerine, bisikletle veya yürüyerek gelip-gidiyorlar. Anormal sayıdaki araçlar ve yüzlerce polis koruması içinde halktan kopuk davranmıyorlar. Seçilmiş devlet adamları, devlet bütçesini har vurup harman savurmuyorlar. Sıradan bir vatandaş gibi yaşıyorlar. Yargı karşısında hiçbir istisnai konum ve yetkileri de yok! Saltanata düşkünlükleri de görülmüyor. Berlusconi, başbakanken bile tutuklandı. Kral gibi, padişah gibi algılanmak onların kültürüne ve demokrasi anlayışına uymuyor.

Epeyce önceleri Alman Parlamenterler Birliğinin davetiyle; üç milletvekili arkadaş Almanya'ya gitmiştik. Bonn'daki parlamentonun önünde kısa kollu gömlekle yirmi yaşlarında bir delikanlı dolaşıyordu. Bayan Alman parlamentere: "O delikanlı, Meclisin önünde niçin dolaşıyor? Bir zarar vermesin!" dedim. Aldığım cevap: "O genç, parlamentonun korumasıdır" oldu. Bizde tek bir silahsız korumayla iktifa eden bir yetkili var mı?