Fransız Gazeteci Berthe G. Gaulis, Mustafa Kemal Paşa’nın davetlisi olarak Ankara’ya (Kasım-Aralık 1921) geldi. Bu gelişinde 27 Aralık 1921’den itibaren üç gün Akşehir’de kalmış ve anılarını Çankaya Akşamları III. kitabında yazmıştır. İşte Berthe G. Gaulis kaleminden Büyük Taarruz öncesi Akşehir:
“Birinden ötekine giderek ziyaret ettiğim okullarda, aynı sıralar üstünde, üç-dört yaş ile yedi-sekiz yaş arasında görünen kız ve erkek çocuklar vardı. En fakir olanlarının bile kesinlikle riayet ettiği Türk usulü temiz-pak olma hali her birinde görülüyordu. Küçücük başlar kalkmış, gelen yabancıyı dikkatle süzüyorlardı, bazısı sevimli çizgilere, çoğu da doğunun o şahane gözlerine sahipti. Çarşaf giymiş Türk öğretmenler, bunlardan en küçüklerini yanımıza çağırıyor, her biri bir masal ya da bir şiir okuyordu. İlk çağrılan, çekingenlik içinde başlamış, sıkılmış, sonra canlanmış ve sonunu pek güzel getirmişti. O zaman ötekiler de aşka gelmiş, rekabet doğmuş, hepsi aynı başarıyı gösterme hevesine kapılmıştı. Ne yazık ki, her birini dinlemek mümkün olamıyor, sahneyi kısaltmak gerekiyordu, zira öteki sınıflar da bekleşiyorlardı. O kocaman bakışlar bir hayal kırıklığına uğruyor, birden bire kendilerini üzüntüye kaptırıyorlardı.
Bu çocuk kalabalığı içinde erken gelişmiş zekaya sahip çarpıcı kişilikler de gözüküyordu. Pek ince, pek sarışın, tam halk çocuğu bir küçük kız çıkmış, Mehmet Emin'in, tüm Anadolu'yu altüst eden İzmir üstüne şiirini büyük, inanılmaz bir ateşli tavırla okuyuvermişti. Yanındaki Subayların, bu esir şehri anlatan şiiri o muhteşem çocuk okurken gözleri dolu dolu olmuştu. Duyulan acıyı öylesine yürek parçalayan, öylesine gerçek biçimde ifade ediyordu ki küçük kız! Böyle okuyabilmek için acaba kendisi ne görmüştü? Gözlerinden böyle ateşler fışkırması için neler hatırlıyordu acaba?
Ayrıca, öğretmenin kolları arasında, milliyetçi kıyafet içinde gördüğüm dört yaşlarındaki yavrunun vatansever mısralar söyleyişi, kendinden geçmiş bir büyük insan gibi hiddetli bir sesle bağırışı hâlâ kulaklarımda.
Bu savaş çocukları, dövüşmenin yanı başında yaşıyorlardı. Babaları, ağabeyleri savaşın kahramanlarıydı. Birçokları hafızalarından iğrenç şeylerin silinmesi gerekli kurban kişilerdi. Üzerime diktikleri gözlerini açmış, ülkeleri için ne yapabileceğini sorarcasına bakıyorlardı.
Bu okulda, bazı sorularım olmuştu. Çocuklara, sesleri, hareketleri; yüz çizgileri hatta okuyuşları ile Fransa'daki çocuklara ne kadar benzediklerini söylemiştim.
Her okulun bir kişiliği vardı. Öğrencilerinin bıraktığı izlenimlere öğretmenler öyle önem veriyorlardı ki, oradan gidebilmek için gerçek bir gayret sarf etmek gerekirdi. İsmet Paşa; "Gördüklerinizin hepsini bana anlatacaksınız" demişti. Akşama, eserinin bu temel kısmı üzerinde onu kolaylıkla tebrik edebilecektim.
Büyüklerin sınıflarında, değerleri ayırma işi de yapılmıştı. Zekaları sayesinde yıldız durumuna gelmiş kızları gördüm. Şimdi onlarda, yakında bütün ülkeye dağılıp, milli anlayışın yayılması yanında öğrenci yetiştireceklerdi. Bu aşkları ile uzaklara giderek görev yapacaklardı.
Az sonra, Belediye binasında, başlıca ileri gelenler, etrafımda toplanıp oturmuşlardı. Hepsi, arzularını belirterek ben den öğüt istiyordu. Mademki Ankara anlaşması henüz imzalanmıştı, Fransa ile iktisadi ilişkilere girmek istiyorlardı.
Her biri, şahsi işini, açık sözlü belirtiyordu. Kimi, Akşehir çıkarlarını bir araya toplayacak bir banka kurmak, kimi eski bir halı fabrikasını yeniden çalıştırmak, kimisi de silah imal etmek niyetindeydi. Bütün bunları, düşmanın iki adım berisinde, kendilerine pek az bırakılan el emeği ile yapacaklardı, bir koruyan belirdi mi, tüm Akşehir'de bu atmosfer görülürdü.
Akşam, İsmet Paşa, gönlünde en değerli iş olarak yatan bu meseleyi benden dinlemeyi büyük arzu ile dilemişti. O genç gülüşü ile; "Ben onların babasıyım, birçok aile içinde güç günler yaşandı, ama benden hiçbir zaman kuşku duymadılar" diyordu.
Kurmay heyetinin, üstünde haritalar, gazeteler, dergiler serpili ve günün telleri bulunan geniş masası etrafındaki yemek sonrası sohbeti, çabuk konuşmalar halinde yapılırken, bu sevimli yüzlerin her birinde bükülmez bir irade okuyordum. Hepsi, sanki; "Acaba sahiden anladı mı? Acaba hatırlayacak mı? " diyordu. Bu endişe, bu tür kişilerde çok meşhurdur. Onlar ki, düşüncelerinin büyük bir kısmını açıklamış, sonra, birden bire, o endişeli vakarlarının arkasına gizlenmiş, böylece, her birinin eşit derecede nefret ettiği duygulandırma ve övgü arama haline düşmekten sakınıyorlardı.
Burada, henüz taze hassaslıklar, Batılı ile her temasta dikkatle saklanarak, çok yönlü acılara neden olabiliyordu. Tam güven, normal hayat hayali öyleydi ki, en içtenlikle dost bir yabancı, ertesi gün, savaşın yeniden başlayacağını unutuveriyordu.
O kadar hararetle misafir edilen kişi için onca zahmete girilmiş olması, elbette çıkar sebebiyle değildi. Bunda sadece, doğru misafirseverliğinin cömert yasası hakimdi: Bu kaide, geçiş halinde misafir edilen yolcunun hoşuna gidecek biçimde konuşmayı öngörüyor; fikir alış-verişlerine varıncaya kadar.
Öte yanda, bir yabancı için, çok yakından ve üç kez, istilacı karşısında bir milletin verdiği acı savaşı, derinden heyecan duymaksızın, takip etmesi mümkün olabilir miydi? Daha önce kendi çektiğimiz acılar üstüne, insan, hiç acı duymadan eğilemiyor…
İsmet Paşa ve ben son bir defa konuşuyorduk. Subaylar, yakınımızdaydılar ve tren garına az sonra hareket etmemizi bekliyorlardı. Tek başıma, olayın bütününü görmüş bulunuyordum. O da bana bunu hatırlatıyordu. Şimdiden, Nisan 1921 de Eskişehir'de hissettiğim gerçeğin ağırlığını duyuyordum. İleride, kendi ülkemde, peşin yargılara ve kayıtsızlıklara karşı vereceğim mücadeleyi hisseder gibiydim. Burada görmek hiç de güç değildi; her şey açık ve seçikti: Ama sonraları bunu anlatabilmek?
Hep birlikte, o çok hoşlandığım evi terk ediyor, arabaya biniyorduk. Çift dizili ihtiyar ağaçların arasında ve güneş altında, beyaz evleriyle cadde parıldıyor. Garda, halk birikmiş, bekliyor. Ben İsmet Paşa'nın vagonuna giriyordum. O, peronda, yanında subaylarıyla, bana son bir veda işaretinde bulunuyor. Yine:
-Unutmayın bizi! Diyordu. Gülümsüyordu.
Işık altında dimdikti. Bu şekilde, kendi insanları arasında öylesine bir güç ve güven izlenimi bırakıyordu ki, beni bir kez daha selamlarken ona bakıyor, bakıyor;
-Sonuçtan şüphe edilemez, diyordum. Tren de sarsılmıştı, yavaşça ilerliyordu.
Çetin yolculuk bitmişti. Bu defa ardımda bıraktığım, Anadolu'ydu; harekat ve. savaşın Anadolu’su. Bir kaç saat sonra Konya'da olacağız. Orası bambaşka bir bölgedir. Ahalisi, gerçek savaşı yaşamamıştır; dolayısıyla, ne denli samimi olursa olsun, bazı duyguları, az önce kendilerinden ayrıldığım insanlarınki gibi olamaz.