Bir insan nasıl anlaşılır, nasıl anlaşılamaz, küçüktüm, çocuktum. Çevremde anlaşılamamaktan yakınırdım. Kimseleri anlayamaz, anlaşılamaz olduğumu düşünürdüm. Bu zamanla iç sıkıntısı oldu. Hepimizin böyle anlaşılmaz olduğumuz zamanlar vardır, iç sıkıntılarımız. Kendi kendimizle konuşmalarımız, bazen kendimizi suçlayışlarımız. Yalnızlığımız. Anlaşılamayan yalnızlık, tek başınalıktır.
Nasıl anlaşılırdık. Duygularımız, düşüncelerimiz bize ele verirdi. Önce çevremizi, çevremizdeki olanları anlamaya çalışırdık. Rol modellerimiz önce aileden gelirdi. Anne, baba. Sevdiklerimizi anlayabiliyor muyduk? İnanabiliyor muyduk? Veyahut anlaşılıp anlaşılabiliyor muyduk, işte tüm sorun buradaydı. Yalnızlık ve anlaşılmazlık kitaplarda kendini bulmaktı belki de. Arkadaşların, Dostoyevski, Gorki, Tolstoy, Turgenyev, Nazım, Necip Fazıl, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Orhan Veli’deydi, ismini sayamadığım yüzlerce yazar, şairdi. Çok okumanın verdiği ödüldü, gururdu, sevinçti, okudukça daha çok okumanın verdiği hazdı. Sağa-sola, kahveye, kadına–kıza, olur-olmaza takılanlara gülüp geçmekti, anlaşılamamak. Çok okumak anlaşılamayan olmaktı belki de, anlaşılmamak bir yerde yalnız olmaktı, yalnızlıkta yalnız kalmaktı. Yalnızlığı ve anlaşılmayan kişi olmayı delip geçmek belki de okumadaydı, öykü’ydü, şiir’di, roman’dı.
Acaba seni anlamayanlar seni seviyor muydu? Seviyorlarsa neden, sevmiyorlarsa neden? Sevgi bir menfaat için miydi? Anlaşılmamak seni sevmediklerini bir yönden de senden menfaat için faydalandıklarını düşüncesine seni itiyordu.
Sizi bilmem, ben anlaşılamayanlardanım. Sıkıntı da değil, mutluyum, bahtiyarım.
(Akşehir- 2024 Nisan)