Bu sokak öyle bir sokaktır ki evler bir hizadadır. Sanırsınız ki evler birbirine yapışık vaziyette, tek damlı, yuğa taşlı evler, bir sıra halinde devam eder gider. Bu sokakta genelde her evde elleriyle emek veren insanlar vardır. Herkesin bir iş sahibi olduğu, işsizliğin olmadığı, işsiz olana da iyi bir nazarla bakılmadığı bir mahalle. Çoluk çocuk, genç ihtiyar mutlaka bir iş sahibidir. Sabahtan gün doğması ile herkes işinin başına koşar. Öğrencilerin okula, kiminin bir usta yanına gittiği yıllar. Ekmeğinin ardına düşmüş alın teri ile çalışan, akşam olduğunda ise ekmeğini kazanmış, akşamın karanlığına kalmadan dönen güzel insanlar. Tek tük amir memur takımı da vardır. Onlar da sabahtan işine gidip akşam paydosunda dönerler. Bu sokak herkesin birbirine güvendiği, birbirini tanığı, sevdiği saydığı bir sokak.

Bu sokağın en güzel binası ise iki katlı belediyeden emekli Mustafa’nın evi. İki katlı evinin üst katında şoför Hüseyin alt katında at arabacı Hazım oturur. Mustafa mı? O da evinin arkasında üç odalı tek katlı evinde kendisi, eşi ve yirmi yaşlarında kızı Hülya ile kalır. Onun evi bu sokağın en güzel evi diğer evler tek katlı toprak damlı yuğa taşlı binalar. Neredeyse yıkıldım yıkılacağım denilen evler. Evinin karşısında birkaç merdivenle evde postanede çalışan postacı Rıza vardır. Rıza bu mahallenin bu şehrin sevilen postacılarından o da emekli oldu olacak. Onu gören “ağbi emeklilik ne zaman?” diye sorar ki onun en kızdığı cümle budur. “Çalışıyorum işte, daha ne emeklisi!” der. Yıllardır bisikleti ile mektup dağıtmaktan mıdır nedir kendisini hâlâ dinç hissetmektedir ya birkaç yıl daha postacılık yaptıktan sonra emekli olacak, emekli ikramiyesi ile de kendisine güzel bir ev alacak, hatta ev aldıktan sonra da yeterse iyi kötü ayağını yerden kesecek ikinci el bir araba. Birkaç yıl daha çalışsa emekli ikramiyesi ve birikmişi ile hayallerini gerçekleştirebilecektir; zaten kızı Gönül’ü de evlendirmişti. Geriye ne kalmıştı, bir eşi bir kendisi. Postanenin kendisine zimmetlediği bisikletini kapının önündeki asmaya kilitlemiş, posta çantasını da yanında getirmişti. Ev bir katlı pencereden bisiklet görülüyor görülmesine ama ya mahallenin yaramazları. Kaşla göz arası bisikletini çalıveriyorlar. Birkaç tur attıktan sonra evinin önüne getiriyorlardı. Hızlı hızlı yemeğini yiyecek posta çantasında dağıtılacak o kadar mektup vardı ki yine her gün olduğu gibi sıcağın altında pedal çevirerek bisikleti ile yine yollara düşecek mektupları dağıtacaktı. Postacının evinin biraz aşağısında kasap, marangoz, nalbandın evi. Yalnız değişmeyen tek şey ise bu evlerin tek katlı, fakir evleri olmasıydı. Burada her çeşit meslekten her çeşit insan vardır. Bu mahallede nadiren de olsa memur amir takımından insanlar da bulunurdu.

Postacı öğle yemeğini atıştırdıktan sonra işine gidecekti. Mahallenin diğer çalışanları, kasabı, bakkalı, manavı, marangozu sabahın aydınlığında çoktan işlerinin başındadır. Onlardan da birazdan öğle yemeğine dönerler. Ev yemeğini yiyecekler. İş yeri evine uzak olanlarsa sefer taslarını açmış yemek yemeğe koyulmuşlardır bile. Artık şehrin kalabalığında işlerinin başlarındadırlar, mektepli çocuklarsa birer ikişer evlerine dönerler; öğleden sonra yine okullarına gideceklerdir. Kadınlar mutfaklarında öğleye doğru çoktan yemekleri hazırlamışlardır. Yemekler hazırlanırken evin küçük yaramazları yine annelerine yaramazlıklarını göstererek kimi annesinin eteğini çekiştirerek, kimi odanın içinde bir odadan bir odaya koşturarak annelerinin canlarını bezdirmişlerdir. 

Sonra mahallenin at arabacısı gelir. At arabacı Hazım. Belediyeden emekli Mustafa’nın kiracısı Hazım. Hazım bu eve taşınalı üç yıl kadar oluyor. O da bugün şehrin pazarından geliyor. Masmavi bir at arabası vardır. Mahallenin şehrin en güzel at arabası. Araba maviye boyalı. Arabanın tekerleri de kasası da öyle güzel boyanmış ki, ev resimleri var, doğa resimleri, ağaçlar, ırmaklar, kuşlar. At arabacı Hazım arabasına aşıktır. Öyle güzel bir araba ki dillere destan güzellikte. Yıllardır faytonculuk yapmış, arabanın olmadığı zamanlardan kalma bir sevda. Faytonculuk, yaylıcılık, at arabacılık. Bir türlü babadan kalma bu mesleği, daha doğrusu bu sevdayı bırakamamış. Oysa ne iş teklifleri gelmiş. Ne makinist olmuş, ne eğitimci ne de kendisine teklif edilen bazı bayilikleri kabul etmiş; taksiler piyasaya çıktığı yıllarda şehirde araba sürmesi için teklif edilen şoförlükleri, kendisine teslim edilecek arabaları da kabul etmiş, ne de taksi ne de araba almış. Onun için varsa yoksa faytonculuk ve daha sonrasında at arabacılık mesleği. Faytonculuk ve at arabacılık ayrı bir sevda imiş onun için. Sadece sevdası atlara, at arabacılığa değil; tüm hayvanlara karşı da bir sevgisi varmış, öyle bir sevdaymış onun sevdası. Hele at arabasını eve getirdiği zaman hanay kapısının açıldığı an, o sapsarı sarman kedinin ayaklarına sarılışı, üzerine atlaması, onu kucağına alıp saatlerce severek, evinden alıp getirdiği sütle beslemesi. Ya bahçesindeki o karabaşa olan sevgisi. Sadece faytona at arabasına bembeyaz atına karşı bir sevda değilmiş ki onun sevgisi.  

 Şehrin gençleri onu at arabacı olarak bilir. Oysa o şehrin ve mahallenin de eski faytoncusudur. Fayton onda bir aşktır. Bir sevdadır. Faytonculuk birer birer kalkmaya başlayınca o da faytonunu gözyaşları ile satmış, bu sokağın en güzel at arabasını almıştır da fayton sevdası bitmiş midir, asla! Fakat at arabasına, o atına olan sevdası. Bembeyaz bir atı vardır. At bir yola çıksın sanki yürümez, sanki uçar. Kamçısı vardır elinde ya ata vurmaz. Havada bir şaklatır. Kamçı sesi adeta hayvana hız verir. O sadece oturur. Sanki bu beyaz at gide gele yolları bilir. Şehrin kurulan pazarlarına gider, Pazar eşyalarını götürecektir. Ev eşyası taşınacaktır, ev eşyası taşımaya gider, Kışlık hazırlıklar yapılacak evlere odun kömür taşımaya, un çuvalıdır, yağ tenekesi taşımaya gider. Çocuklar arabanın arkasına sarkarlar. Çocukları arabasına alır mahallede dolaştırır. En çok da bayram günleri çocukları sevindirir, arabasında gezdirir. Sokağın en güzel arabası onundur. Bayram günleri bir başka güzeldir. Arabasını süsler en çok da çocukları sevindirir, bu onda fayton sürdüğü zamanlardan kalma bir alışkanlıktır. Çocukları sevindirmek, çocukları mutlu etmek. Ellerinde balonlarla, süslerle, bayraklarla evin önüne gelen çocukları çocuk mutluluklarında sokağı gezdirir, kimisine bakkaldan misket, kimisine şehirden dönerken aldığı simitleri verir.

Burası küçük bir sokaktır. Herkesin herkesi tanıdığı bildiği bir sokak. Herkesin çalıştığı, iş güç sahibi olduğu, postacısıyla, arabacısıyla, kasabıyla, bakkalıyla, manavıyla alın teriyle çalıştığı, komşunun komşusunun külüne muhtaç olduğu, işsiz, serseri, başıboş insanlara iyi gözle bakılmadığı, işsiz insana iş, aşsız insana aş bulunduğu, herkesin birbirinin yardımına koştuğu, akşam olunca koltuğunda bir somun ekmek, bir file dolusu yiyecekle dönebilen yorgun argın insanların sokağıdır bu sokak.

Bu bizim, sizin, hepimizin sokağıdır; yitirdiğimiz fakat umut ettiğimiz sokağımızdır. Yitirdiğimiz sevdanın, kardeşliğin, barışın, sevginin, umudun, aşkın sokağıdır. Mutlaka bir gün kavuşacağımız, birbirimizi daha çok seveceğimiz fakir insanların sokağıdır bu sokak: Umut sokağı.  

(04/08/2024-AKŞEHİR)

Editör: Pervasız Web