Ancak Salgın hastalık nedeniyle yaşlılarla yaptığımız konuşmaları bırakmak zorunda kaldık. Görev süremin bitmesi nedeniyle maalesef yarım kalmıştır. Bu derlemelerden bir örnek:
21 ARALIK 1963’DE KÜÇÜK KIZ ÇOCUĞU
Yan komşumuzdu Nidai Bey, ben ona “Nidai Hocam, sevgili büyüğüm” diye hitap ederim. Bu günlerde biraz hüzünlü, zorlu bir hastalığın üstesinden gelmeye çalışıyor. Allah’ın yardımı, doktorlarımızın gayreti ile iyileşmede epey yol aldı. Bu günlerdeki hüznü rahatsızlığından değil, Aralık ayının yirmi birinin gelmesindendi.
21 Aralık, 1963 yılında Rumların Kıbrıslı Türklere saldırarak Kanlı Noel’in meydana geldiği tarihtir. Kıbrıs adasını Yunanistan’a bağlamayı amaç edinen Akritas Planı’nı yürürlüğe koyan ve aktif harekete tüm ada sathında geçen Rumlar adadaki Türk nüfusu ortadan kaldırmak için seferber oldular. Saldırıya geçen EOKA’cıların başında ise Yunanistan’da darbe girişiminde bulunan General Kizikis vardır ve NATO silahlarıyla teçhizatlanmış Rumlara emir komuta etmekte idi. 21 Aralık’ta Lefkoşa’da Kıbrıs Rum polisleri silahlarını Kıbrıslı Türklere doğrultarak ateş ettiler. Zeki Halil Karabülük ile Zalihe Hasan (Cemaliye) vurularak öldürüldü. Böylece başlayan Rum saldırılarının ardından 18.667 Kıbrıslı Türk, 103 köyü boşaltmak zorunda kaldılar. 21 Aralık 1963’de başlayan saldırılarında 1964 sonuna gelindiğinde 364 Türk hayatını kaybetmişti. Bu saldırılar sırasında pek çok Türk köyünü, toprağını ve evini terk ederek göçmen durumuna düşmüştü.
İşte bu sıralarda genç bir öğretmen olan Nidai Bey’in yaşadıkları, ilerlemiş yaşına rağmen belleğinde iyice yer etmiş, olayları çok net hatırlıyordu. Ancak içini yaralayan bu olayları anlatmayı sevmiyordu. Hatta bana anlattığı olayı rahmetli olan eşine bile anlatmadığını söylüyordu. Nidai Hocam o günleri yeniden yaşar gibi anlatmaya başlamıştı:
“1963 olayları başladığında Lefkoşa’nın Ömeriye mahallesinde oturuyorduk. Rumların saldırmasıyla birlikte başta çocuklar ve kadınlar olmak üzere bütün Türkler hep birlikte kaçarak Küçük Kaymaklı köyüne geldik. Ben görev yerim olan Lefkoşa Atatürk ilkokuluna gittim. Okulumuza pek çok göçmen aile sığınmıştı. Herkes şaşkındı. Onları okulumuzda konferans ve spor salonu olarak kullanılan binaya aldık. Okul müdürümüz beni çağırdı. Bu ailelerin düzen ve nizamından sizi sorumlu olarak görevlendirdim dedi. Ben de şaşkındım, ne yapacağıma, nasıl yapacağıma karar veremiyordum.
Bu arada okulumuzun hizmetlileri ve mahallemizin ileri gelen kadınları öne çıktılar. Konferans Salonunun kürsüsünü bir yemek dağıtım yeri haline getirdiler. Arka tarafta ise bir yemekhane oluşturdular. Mahallelinin Huri Abla dediği kadın öne geçerek yemekleri hazırladı. Kürsünün önünde sıraya giren kadınlar, çocuklar ve diğer kişiler sırasıyla yemeklerini alarak salonun ortasında yiyorlardı. Çeşitli kişilerden ve kuruluşlardan yemek yardımları aldık. Yemek malzemelerinden bir depo oluşturduk. Huri Abla önderliğinde mahallenin ileri gelen kadınları bu depodan malzeme alıp yemek yaparak evinden, yurdundan göçmüşlere dağıtıyorlardı. Ancak yemek için gerekli malzemeler çok azdı ve gün geçtikçe daha da azalıyordu. Bir gün yemek yapanlar depoda hiçbir şeyin kalmadığını söylediler. Gittim, baktım. Biraz bayat ekmekler ve kokmaya yakın donmuş balıklar vardı. Bu bayat ekmeklerden uyduruk bir çorba, balıkları da ikiye bölerek herkese biraz çorba ile yarım balık gelecek şekilde ayarlamıştık.
Yemekler pişince etrafı yoğun bir koku almıştı. Yemekler yenebilecek gibi değildi. Ancak açlık baskın gelmişti. İnsanlar aldıkları yemekleri bir kenara çekilerek yemeğe çalışıyorlardı. Ben de aralarında şaşkın, üzgün, ne yapacağını bilmez halde dolaşıyordum. Birden pantolonumun kenarından bir çekiştirme hissettim, döndüm. 8-10 yaşlarında saçları siyah kıvırcık saçlı, yüzü solgun bir kız çocuğu pantolonumun kenarından çekiştirerek:
-Ben bunları yiyemiyorum, ama çok açım. Söyler misin ben ne yiyeceğim? dedi. Çaresizlikten başımı öte yana çevirdim, akan gözyaşlarımı görmesini istemedim.” derken Nidai Hocam o günleri yaşıyor gibi tekrar gözleri dolu dolu olmuştu. Onu sessizce dinleyen ben de başımı yana çevirdim. O günleri yeniden yaşar gibi anlatan büyüğümün gözyaşlarımı görmesini istemedim. Bu arada bu kadar zorluğa karşı insanların yaşama azmi nereden geliyor diye düşündüm. Cevabını Hindistanlı kadın şair Sarojini Naidu’nun tarafımdan Türkçeye çevrilen şu şiirinde buldum.
ÖLÜM ŞAİRİ
Bir süre oyalan ölüm, ölemem.
Henüz hayatım, ilkbahardaki bir tomurcuk gibi.
Güzel gençliğim, ve ağaç dalları gibi zenginliğim
Dhadikulas şarkısı nerede?
Bir süre oyalan ölüm, ölemem.
Tüm çiçek açmış umutlarım henüz hasat edilmedi.
Sevinçlerim yaşanmadı, bütün şarkılarım söylenmedi.
Ve tüm gözyaşlarım henüz akmadı.
Bir süre oyalan memnun olana kadar,
Aşk ve keder, yeryüzünü ve gökyüzünü değiştirir.
Bütün benim insanlarımın açlıkları bitinceye kadar
Ölüm, ben ölemem.
Not: Aldığım habere göre Nidai Ülker 27 Ocak 2025 tarihinde vefat etti ve 28 Ocak 2025 Lefkoşa’da toprağa verilmiştir. Güzel bir dostluğumuz ve komşuluğumuz olmuştu. Çok üzgünüm. Allah’tan rahmet diliyorum.