Önce sokaktan çocuklar kaçışmaya başladılar. Saklambaç oynayanlar, birdir bir oynayanlar, ara sokaklarda misket yuvarlayan çocuklar birer birer evlerine kaçıştılar, canları sıkıldı. Açık pencereler birden örtüldü. Çocuklardan sonra büyükler de evlerine girdiler, öyle güzel yağmur yağıyordu ki, insanlar yağmur altında da aynıydı, yağmur damlalarına aldırış etmeyenler ve yağmur damlalarından kaçanlar. Tüm insanlar genelde birbirine benziyordu, acelecileri, vurdumduymazları, işsizleri, avareleri, aylakları, başı boş gezenleri hep aynı. Bazen yağmur öyle bir şiddetleniyor öyle bir şiddetleniyordu ki -inanmayacaksınız, yağmura karşı kayıtsızlar yine kayıtsız- kalıyordu, avareler avare, başıboşları yine başıboş, acelecileri yine aceleciydi.

Postacı Ahmet Abi Kileci Mahallesi’ne postaneden kendisine verilen zimmetli bisikletiyle yağmur altında gelirken tekerlerinden çamurlar neredeyse sırtına kadar geliyordu. Boydan boya Hıdırlık yolundan Bandocu Ahmet Bakkal’ın bakkal dükkanından aşağıya inen mahalleyi çamur deryasına çevirmişti. Şimdi şu yağmurda çamur deryasına dönen bu mahallede mektup mu dağıtılır diye düşündü, düşünmesine fakat yağmurluğunu da yağmur başlamadan giyinmişti. Bisikletinden indi, paçalarını iyice bir sıvadı, yağmur ayakkabılarına girmişti, girmesine fakat bir yandan bisikleti, bir yanda sırtında çantası, bir elinde mektup tomarı ile mahalleye doğru yürüdü. Mektupları dağıtacaktı. Evi de bu mahalledeydi ki öncelikle evine gidip üstünü değiştirecek, sonra mahallesindeki mektupları dağıtacaktı. Bisikletini tek katlı evinin önündeki asmanın yanına kilitledi, Evden eşi Müzeyyen’in sesi duyuldu:

-Ahmettt!

Postacı;

-Geldim Müzeyyen! Diyerek, dört basamaklı evinin kapısına doğru ilk adımını attı.

Müzeyyen:

-Ahmet, Ahmet ne çok ıslanmışsın. Diyerek, Ahmet’in elindeki mektup tomarını aldı.

Birlikte içeriye girdiler.

1970’lerde Kileci Mahallesi’nin iki katlı en büyük binalarından o da iki katlı binası inşaat ustası Mehmet’in eviydi. Kendisi üst katta otururdu. İki katlı derken evin iki kapısı vardır, birinci kata bir kapıdan ikinci kata ise diğer küçük bir kapıdan girilirdi. İnşaat ustası Mehmet’in evine küçük kapıdan bir iç merdivenden kırk adım kadar yürüyerek üst kata tırmanılırdı. İlk katı da kiracı at arabacı Ömer otururdu. Ömer‘in bir oğlu bir de kızı vardır. Çocukları Cumhuriyet İlkokuluna giderler. Evinin yakınında 24 Ağustos İlkokulu vardır fakat o kendisinin, hatta babasının, babasının da babasının okuduğu okula çocuklarını kayıt ettirmiştir, iki çocuk birlikte kendilerinden büyük çantaları ile sabahtan okulun yoluna koyulurlar. Ömer at arabasına ve çocuklarına düşkündür. Öyle güzel bir arabası vardır ki mavi renge boyalı, kuşlu, çiçekli, böcekli bir araba. Atı ise bembeyaz bir attır. At arabalarının boyasını ise Akşehir Sanayisinde bir ressam güzelliğinde boyayan at arabaları ustaları vardır ki at araba boyacılığının bu sanatın o yıllardan Akşehir’den yayıldığı rivayet edilir.

Ne diyordum, evin arkasında tek katlı toprak damlı bir bina vardır yine burada da kasap Cafer vardır. Kasap Cafer’in kasaplar çarşısındaki dükkânı tertemizdir, pırıl pırıldır. Nabza göre de şerbet verir, ihtiyarlara birinci dünya harbinden, emekli ikramiyelerinden, memura mesai saatlerinden bahseder, kimine hayat pahalılığından, kimine işlerin çokluğundan, kimine azlığından bahseder. Kasaplığı da iyidir, alaveresi de. Akşama hesap makinesine el sürmeden ne kazandığını kafadan yapar, öyle de zeki.

Bu mahalle 70’lerin mahallesi. İnşaat Ustası Mehmet, onun kiracısı at arabacı Ömer, evlerinin arkasında oturan Kasap Cafer onların karşısında oturan Postacı Ahmet, biraz daha aşağılarda yine sıralı kasapların evleri vardır. Kasap dükkanlarının yan yana Akşehir’de olduğu zamanlar kasapların evleri de Kileci Mahallesi’nde yan yanadır.

Mehmet, eşi, iki oğlu ve annesi Kuş Nine ile oturur. Mehmet şimdi annesini mahallenin sevgili Kuş Ninesi ne sokakta mı bıraksın? Üstelik gözleri görmeyen, yüz on yaşındaki annesini. O annesini o kadar çok sever annesi onu.

Mahallede Kuş Nine’nin ismini bilmez, ona herkes Kuş Nine der. Kuş Nine yüz yaşının üzerinde yüz on yaşında olduğunu oğlu Mehmet söylemektedir. Kuş Nine, gözleri görmeyen fakat eli yüzü nurlu bir kadıncağız. Her gün Mehmet‘in evinden çıkarak duvarları tuta tuta evin on beş adım kadar uzağında bir Nalbant’ın Yaşar’ın kapısının önüne oturur, Bastonu da vardır, bastonu onun eli ayağıdır, bir tür korumasıdır, fakat o bu kısa bir mesafe için bastonunu kullanmaz, duvarlara elini sürte sürte gideceği yeri bulur ve olduğu yere her zamanki yerine oturur.

Çocuklar Kuş Nine’yi çok sever, o da çocukları, mahallenin çocuklarını sesleri ile tanır.

Biri çocuk gelir yanına, Kuş Nine:

-Bildim seni, der, sen Mehmet’sin,

Gelen Mehmet’tir.

Ardı sıra bir çocuk gelir,

Kuş Nine:

-Sen Mahmut’sun…

Başka bir çocuk gelir.

Kuş Nine:

-Sen de Ramazan, Ramazan’sın. Bildim seni çocuk der. Hızlı hızlı koşmandan, nefes alıp verişinden bildim seni, sen bizim Melahat’ in oğlu Ramazan’sın.

Çocuk:

-Nasıl tanıyabildin beni? der çocukça.

Kuş Nine gülümser, eli çocuğun başını sevmektedir.

          -Körlük görmemek değildir, ben seni değil hepinizi tanıyorum, hepinizi de çok seviyorum, der.

          Sonra bir masal anlatmaya koyulur, mahallenin diğer çocukları da bir bir Kuş Nine’nin etrafında toplanmaya başlarlar, Onların isimlerini seslerinden tanır, yaramazlık yapanlara tatlı sert kızar, bazen de “benim bastonum nerde?” diye seslenir ki artık tüm çocuklar can kulağı ile onu dinlemeye koyulurlar, artık tüm ağızlar “tıp” olmuş, gözler Kuş Nine’de kulaklar masaldadır.

Yürürsün pazar günü pazar yerine doğru, bir teneke ateşi yanıyordur İmaret Cami’nin yanındaki havuç satan Bermende’den gelmiş bir köylünün açtığı sergide. Onun yanında ellerini ısıtırsın, onun yanında Nadir’den gelmiş başka bir pazarcı ıspanak satıyor, onun yanında başka başkaları… İmaret Cami’nin önünden Nasreddin Hoca’nın Mezarlığı’nın giriş kapısına kadar pazar yeridir. İğne atsan yere düşmez. Ne yaparsın şimdi? Bu soğuk havada çarşafçılar vardır, ayakkabı satanlar, manifaturacılar, oklava satanlar, senit satanlar, hatta sandık, tel dolap satanlar, biraz daha aşağılarda ev güvercini, tavuk, hindi ve kaz satanlar, çanta satanlar, o kadar çok tezgâh var ki.

Öyle bir soğuk vardır ki kimse de tezgahını bırakıp gitmek istemez. Haftalık kazananlar gitmek istemez. Mecburdur, tezgâh açmış ki satıp kazandığı ile evine ekmek götürecek. Soğukta üşütecekmiş, hasta olacakmış göz ardı eder, çünkü ekmek parasıdır ve para kazanmak zordur.

Bizim Kuş Nine’nin sevgisine hasret kaldığımız gibi bekler, fakirdir bekler, ümit eder bekler, Bekleyiş ümittir. Beklemek çorbayı içmektir. Bekleyişin karşılığı tencereye bir şeyler pişirebilmektir, yol gözleyen çocuklara oyuncaktır, tüten bacaya, tütecek bacaya odundur, kömürdür.

Yıllar öncesinden Kuş Nine’ye duyduğumuz sevgi gibidir, unuttuklarımız. Yıllar geçmiş, şimdi yazıyoruz, konuşuyoruz, Kuş Nine’nin gözleri o gün çocukları görüyor onları tanıyor ve biliyordu hem de yüz on yaşında, masallar anlatıyordu.

Mutluluk belki Kileci Mahallesi’nde Kuş Nine’yi hatırlamak, onun görmeyen gözlerinde çocuk seslerinin sevincini paylaşmaktı, kaç yıl sonra bu mutluluğu bilgisayarın tuşlarında yazıya dökebilmekti.

Gerisi mi?

-Fasa-fiso. (27/01/2025 -AKŞEHİR)