AKŞEHİRLİ ŞEHİT
Yıldızların bile ümidini yitirdiği bu serin koyu karanlık Mayıs gecesinde kederli Akşehir, gündüz ki İtalyan zulümlerinden bitkin bir halde ümitsizce uykuya dalmıştı.
Akşehir Çayı’nın sesi gecenin sessizliğini bozuyor, coşkun suların gürül gürül akan sesi şehri kaplıyordu. Çayın biraz ötesinde ki dağlardan şehre doğru hafif bir serinlik geliyor, bu serinlik az ilerdeki Gâvur Mahallesi’nde dalgalanıyor, sonra da Türk Mahallelerinin sık ve geniş çatılarına çarparak şehre yayılıyordu. Bu gece Akşehir sanki sonu hiç gelmeyecek bir karanlığa gömülmüştü. Millet sahipsiz, halk perişandı.
Çay Mahallesi sırtlarını Sultan Dağları’na, yüzünü Çaya vermiş birer katlı, köhne evlerle doluydu. Çayın ikiye ayırdığı mahalle evlerinden komşu anaların sesleri gelirdi. Başı yazma örtülü kadınlar ellerinde bakraç okulun bahçesindeki çeşmeden su almaya giderler, saçları örgülü küçük kızlar evlerinin önünde sakız çiğner, yırtık, yalınayak, başıkabak küçükler kapı önlerinde annelerinin gözlerinin önünden ayrılmazlardı.
Bu mahalle, savaş halindeki ülkenin herhangi bir şehrindeki mahallelerden farklı değildi, yoksul mahallesiydi. Toplanılan evlerde de gizliden gizliye İtalyan gavurunun Akşehir’den bir an önce defolup gitmesinden bahsedilirdi.
Çay Mahallesi ve diğer Türk mahalleri İtalyanların Akşehir istasyonuna girmesiyle daha da bir hareketlendi, canlandı. 15 Mayıs’ta İzmir’in işgali Akşehir’e ulaştığında ise Akşehir halkı tepki göstermekle gecikmedi, başta Akşehir Müftüsü Hacı Mustafa, Belediye Başkanı,Akşehir eşrafından Rüştü, Ömer, Hacı Mustafa, Şemsettin Ali, Abdullah Efendiler Akşehir Halkı adına Sadarete işgali protesto eden telgraflar çektiler. İtalyanların Akşehir İstasyonu’nu işgali ile Anadolu’nun diğer yerlerinde olduğu gibi Akşehir’deki Gavur Mahallesinden Rumlara Bermende’den bazı Ermenilere gün doğmuş, Türklerle yıllardır iyi geçinen bu insanlar Türk Mahallelerinde taşkınlıklar yapmaya başlamışlardı.
Küçük Sabri, Hıdırlık yamacındaki evlerinden yorgun bir şekilde uyandı. Sabaha kadar uyumamıştı. Tam dalmıştı ki,
Annesi Habibe: Oğlum, kalk haydi kalk! Diyerek başucuna gelmişti.
Hava serin ve bembeyazdı. Hıdırlık’tan Akşehir üstüne temiz bir çam havası geliyor, kuşlar cıvıldaşarak uçuyordu. Sabri yatağından kalktı. Yarı açık yarı kapalı gözlerle evin penceresinden baktı. Dışarısı sakin ve tenhaydı. İri kahverengi gözleriyle elbiselerini aradı.
Evlerinde, bir ağabey, bir annesi bir de kendisinden başka kimse yoktu. Yıllarca süren ve hiç bitmeyecekmiş gibi görünen savaşlarda, babasının şehit haberi gelmiş, ağabeyi Mehmet Ali de savaşta bir ayağını yitirmiş olarak geri dönmüştü.
Birkaç Rum genci ellerindeki Yunan bayrakları ile bağırarak pencerenin önünden geçiyorlardı.
Sabri:
-Anaaaanaaa Rumlar! Rumlar geçiyor be! Diye bağırdı.
Annesi Habibe:
-Sabri oğlummm! Gel, pencereden bakma. Diye seslendi.
Bu arada ağabeyi Mehmet Ali Rumların seslerine uyanarak diğer odadan gelmişti.
-Gel Sabri gel. Diyerek, çocuğun başını okşayıp pencerenin önünden aldı.
Sabri başı önde üzgün bir şekilde pencerenin önünden ayrılırken:
-Aman Allah’ım bu nasıl bir savaştır, diye sayıklıyor, işittiklerine inanamıyor, savaşa bir türlü akıl erdiremiyordu. Kapılarının önünden Yunan bayraklarını sallayarak geçen Rumlar şimdiye kadar bu ülkenin ekmeğini yiyip, bu ülkenin havasını soluyan insanlar değil miydi? Bunlar olsa olsa bir kâbus olmalıydı. Bu kâbus, onu derin üzüntüler içerisinde boğuyor, sevgi dolu kalbini acıtıyordu. Savaş dedikleri babasını cephede şehit, ağabeyini gazi eden bir şey miydi? Ya Türk Milletinin geleceği, düşünüyor düşünüyor, bir yerde düşünceleri de bitiyordu.
Savaş anılarını dinlemişti ağabeyinden. Savaşın acımasızlığı, korkunçluğu tüm bedenini sarmıştı. Hızlı düşünmek onu yoruyor, başına deli ağrılar giriyordu.
Düşman yurdu işgal etmiş, güzelim şehirleri topa tutarak her yeri ele geçirmeye kalkmıştı. Hiçbir millet böyle bir esarete tahammül edemezdi. Akşehir ‘de Akşehirliler de etmeyecekti. Akşehir İstasyonundan defolup giden İngilizlerin İzmir’i işgal ettiği haberini ağabeyinden almamış mıydı? Nasıl ki İngilizler Akşehir ‘den gitmişse, İtalyanlar da defolup gidecekti. Düşman işgaline Türk Milleti tarihler boyunca tahammül etmemişti, hiçbir zaman de etmeyecekti.
Mehmet Ali:
-Otur bakayım Sabri, dedi, Otur hele.
Mehmet Ali:
-Hiç korkma Sabri hiç. Ne İzmir’e, ne güzel yurdumuza ne de Akşehir ‘e yapılan saldırılara hiçbir Müslüman evladının göz yummayacağını, kanlarını bu uğurda akıtmaktan çekinmeyeceğini bilmelisin.
-Korkmuyorum ağabey.
Mehmet Ali olmayan sol ayağını göstererek:
-Bak görüyor musun? Bak ayağıma, bu ayağı, vatan için, millet için verdim, gerekirse uğruna canımı da vermeye hazırım.
Sabri:
-Ama ağabey, diyebildi, ama ağabey….
Mehmet Ali:
-Ne Rum’u, ne İtalyan’ı, ne İngiliz’i, ne de Fransız’ı bu topraklarda barındırırız. Geldikleri gibi defolup gidecekler, defolup gidecekler! Bu millet sahipsiz değil! Türk Milleti sahipsiz değil! Diyordu.
Rum çocukları başı açık gezerdi. Sabri ise fesini kaybetmişti, o da başıkabak gezmeye başlamıştı. O gün de yine evlerinden fessiz bir vaziyette çıktı. Sabri on iki yaşlarında, zayıf bir çocuk olmasına rağmen, uzun boylu, fakat kendisinden beklenmeyecek bir kuvvete sahipti.
Çayın başında dört beş çocuk bir çocuğu aralarına almışlar, yer misin yemez misin dövüyorlardı.
Sabri koşarak çocukların yanına gitti. Ani bir hareketle çocukların arasına girerek, dayak yiyen çocuğu kurtardı.
Ağzı burnu kanayan çocuk:
-Sağ ol, sen olmasaydın bunlar beni öldürürdü, diyor, bir yandan da ağlıyordu.
Sabri:
-Tamam, tamam ağlama artık.Adın ne ?
-Oriste.
-Rum musun?
-Evet.
-Nerede oturuyorsunuz?
-Gavur Mahallesinde.
-Annen baban?
-Ölmüşler.
Bu arada Sabri’nin ağabeyi Mehmet Ali de değneğine yaslanarak yanlarına kadar gelmişti. Çayın berrak suları ıslık çalarak uzaklaşıyordu. Bir güvencin sürüsü karşı çatıdan su içmek için ahenkle çaya indi.
Mehmet Ali:
-Kavga mı yaptınız yoksa? Neden kavga ettiniz?
Sabri:
-Ağabey biz kavga etmedik, ben Oriste’yi kendisini dövenlerin elinden kurtardım.
Oriste ağlayarak,
-Sabri olmasaydı, diyebildi.
Mehmet Ali:
-Aferin sana Sabri… Bize de yakışan budur. Türkler kin tutmaz, aferin sana oğlum. Haydi, bize gidin annem kalan çorbadan Oristeye de koysun, karnını doyursun, elini yüzünü de bir güzel yıkasın.
Nasıl oluyordu da Rumlar Türklere karşı böylesine düşman olabiliyordu. Sabri bunu anlayamıyordu. Geceleri pencerelerinin önünden Rumca türküler söyleyerek giden bu insanların amacı neydi? Akşehirlileri korkutmak, sindirmek mi? Naralarıyla Akşehirlileri korkutup sindireceklerini mi sanıyorlardı, ne Akşehirliler ne de Türk Milleti hiçbir zaman sinmedi, sinmeyecekti de. Bunu tüm dünya yakında anlayacaktı.
Sabri ve Oriste’nin arkadaşlıkları böyle başlamıştı.
Akşehir iplikçi Cami’nde öğle ezanı okunuyordu. “Allahüekberrr! Allahüekberrrr!”
Namaza yetişmek isteyen Mehmet Ali hızlanmaya başlamıştı, başlamasına ama sağlam bir ayak ve bir koltuk değneğiyle nasıl hızlanabilirse o da öyle hızlanmıştı işte. Bir an sendeliyor, toparlanıp yeniden yoluna koyuluyordu.
Aniden bir silah sesi duyuldu, ardından bir daha …”Pattt! Pattt!”
Çatılardan güvercinler, dallardan serçeler uçtu.
Mehmet Ali:
-Yine İtalyanlar, kudurdu bunlar diyordu, kudurdu köpekler! Allah vere de bir Akşehirliyi vurmasalar.
Silah seslerinin ardından güvercinlerin kanat sesleri geliyordu. Akşehirliler pencerelerini kapatıyor, kadın kız, çoluk çocuk evlerine kaçışıyordu.
Çınaraltı bugün sessizdi, ortalıkta kimseler yoktu. Ne Kahveci Hamdi, ne Terzi Kadir, ne de Nalbant Mustafa, her gün buraya gelip giden İtalyanlardan bıkmış olmalıydılar. Belki de Kahveci Hamdi’nin kahvehanesinde toplanmışlardı.
Camiye yaklaştı. Caminin kapısı önünde kalın çizmeleri ile kısa boylu bir İtalyan subayı yanında on kişiye yakın askeri ile duruyordu.
Komutan küstahça:
-Ateşşş! Dedi Ateş edinnn!
Birkaç asker yeniden İplikçi Caminin avlusundaki asırlık çınara ateş etmeye başladılar.
Silah seslerinin ardı arkası kesilmiyordu.
Mehmet Ali:
-Ne yapıyorsunuz, ne yapıyorsunuz siz, deli misiniz? Burası kutsal bir mekân, dedi.
Komutan pis pis sırıtarak:
-Atış talimi!
Yanındaki askerlerden birisi:
-Sen de kimsin, sana hesap mı vereceğiz? Defol git buradan, dedi.
Mehmet Ali:
-Gidin başka yerde taliminizi yapın… Sizin inancınız yok mu? Bizler sizin kilisenizin yanında atış talimi yapıyor muyuz?
Bu sırada Kahveci Hamdi, Terzi Kadir ve Nalbant Mustafa ‘da geldiler. Akşehir halkı da yavaş yavaş İtalyan subayı ve askerlerinin etrafını sarmaya başlamıştı.
İtalyan askerleri Mehmet Ali ‘nin üzerine doğru yürüyeceklerdi ki Akşehirliler birden askerlerin etrafını sardılar.
Kahveci Hamdi, Terzi Kadir, Nalbant Mustafa ve Akşehir halkı canları pahasına da olsa askerlerin etrafını sarmışlardı. Mehmet Ali biraz geride kalmış olsa da sol ayağına destek olan değneğine sıkı sıkı sarılmış, ilk gelen askerin kafasına yerleştirecek bir azimle duruyordu.
Komutan:
-İstediğimiz yerde atış talimi yaparız, anladınız mı?
Kahveci Hamdi:
-Burada yapamazsınız!
Terzi Kadir:
-Buradan gidin!
Nalbant Mustafa:
-Biraz saygılı olun.
İtalyan subayı, bu arada ellerinde çapalarla, küreklerle, sopalarla gelen Akşehirlilerden korktuğunu belli etmemeye çalışarak:
-Sizin yeni efendileriniz bizleriz. İstediğimiz yerde atış talimi yaparız! Şimdilik gidiyoruz yarın yine geleceğiz. Sizleri ve yaptığınızı unutmayacağım. Hele o topalı, hele o topalı asla! Haydi, çocuklar, haydi gidiyoruz!
Akşehir İstasyonu’na doğru geldikleri gibi gitmeye başladılar.
Önce Hıdırlığın yamaçları kararmaya başlıyor, sonra Tekke Deresi. Şehrin üzerini kara bulutlar kaplamaya başlıyor. Gökyüzünde kara bulut kümeleri birbirini izliyor. Havada yağmur kokusu var.
Mehmet Ali, “yağmur yağacak” diyor, sağ ayağını ovalayarak, koltuk değneğiyle evinden çıkıyor. Şehre doğru yürüyor. Bu günlerde şehirde daha bir dolaşmak, küstah İtalyan subayını yalnız başına denk getirebilirse, alnının ortasından vurmak istiyor. Eline beline götürerek, tabancasını yokluyor.
“Seninle tepeleyeceğim o İtalyan uğursuzunu, seninle” diyerek tabancasını okşuyor. Şehirde andığını bulamayınca dönüş yoluna sapıyor. Ağırlığını koltuk değneğine vererek bir yol dinleniyor.
Tekke Deresine bakıyor, sonra Sultan Dağları’nın zirvelerine. Hıdırlığa hava neredeyse yağmur olup indi inecek. Akşehir yağmurlarının ne menem bir şey olduğunu bildiğinden aceleyle tekrar yola düşüyor.
Akşehir, bu güzel şehir savaşlarda tüm ümitlerini yitirmiş, ümit diye bir sözcüğün varlığından bile habersiz bir şehir haline gelmiş. Savaşlardan dönebilenler gazi, dönemeyenler ise şehitlik mertebesine erişmişler. Babası Ali Bey şehitlik mertebesine ulaşanlardan.
Karmakarışık duygular ve düşünceler içerisinde yolu üstündeki İplikçi Cami’ni geçiyor, kendi kendine “İngilizleri kovduk, şimdi de İtalyanlar peydah oldu” diyerek söylenerek yürüyor.
Yağmur yağdı, yağacak.
Neden sonra Tekke’de buluyor kendini. Kadınlı, erkekli, çoluklu çocuklu Tekkeliler hızlı adımlarla evlerine dönmekteler.
-Selamün aleykümmm!
Bir grup kalabalık: -Aleyküm selammm! Diyerek koşar adım evlerine doğru gidiyor.
İtilaf donanmaları ve askerleri birer bahane ile İstanbul’da, Fransızlar Adana’da, Urfa, Maraş, Antep’te İngilizler, Antalya ve Konya’da İtalyan askeri birlikleri, Merzifon ve Samsun’da İngilizler, İtalyanların bir kısmı ise Akşehir İstasyonu’nda, Anadolu yok olmanın endişesi içine düşmüş, fakirlik hat safhada, mütareke sonucu silahları elinden alınmış, savunmasız bırakılmış fakir bir millet,
“-Türk esaret bilmez” diye, bağırmak istiyor ama bu cesareti kendisinde bulamıyor, sinirinden ağlamak istiyordu. Yoksa tek ayağıyla bunu başaramayacak mıydı? Acaba kendisi de istilacıların bir kulu kölesi mi olacaktı? Hani batı medeniydi? Bu muydu medeniyetleri? Bu muydu medenilikleri? Sinsice öz vatanını paylaşmaya kalkan bu Avrupalılar değil miydi?
Yıllarca bu vatanın ekmeğini yemiş, Osmanlı vatandaşı Ermeni ve Rumlar ülkenin içine düştüğü bu durumu fırsat belleyerek Akşehir’de de düşmanla işbirliği yapmaktan geri durmuyorlardı. En çokta bunlara içerliyor, kızıyordu. Bu işbirliği, bu nankörlük nedendi? Kafasının içerisinde binlerce bomba patlıyor, delirecek gibi oluyordu.
-Nereye yürüyorum? Dedi kendi kendine, oldukça uzaklaşmıştı,
Kulaklarında yine o bildik silah sesleri geliyordu. Gerçek mi, hayal mi olduğunu anlamaya çalıştı.
İçinde bir titreme hissetti. Derin bir nefes alarak kendine geldi. Bir süre daha yürüdü. Ulu Cami’ye yaklaşmıştı. Elini alnına siper yaparak baktı, evet gerçekti. İtalyan subayı uzağında duruyordu.
-İtalyan‘a bak hele! Diyordu. Küstah İtalyan subayı! Çınar ağacına atış talimi yaptırıyor, yine,
Vatan hainlerinin küstah davranışları ve İtalyan subayının hakaret içeren sözleri geldi aklına, bu sözler ruhunun derinliklerine işlemiş, düşüncelerine düşünceler katmıştı. Çekip alnının ortasından vurmalıydı İtalyan subayını. Ama vazgeçti, yolda yürümeye devam etti, neden vurmadığına çok pişman oldu.
-Ne kadar bu vatanı işgal etmiş İtalyan, Fransız, İngiliz ve Yunan askeri varsa bu memleketten sürülerek, hepsi bu vatandan kovulacaktı. Onlara dost görünen bir Türk de olsa kendisine en kötü muamele reva görülecek, Akşehir’den, vatandan atılacaktı. Bunun başka çaresi yoktu.
Bu düşüncelerle, evine doğru yol alıyordu.
Karanlık çökmüştü Akşehir’e, karanlıklar çökmüştü vatanın üstüne.
İtalyanlar Akşehir’deki bazı Rum ve Ermeni evleriyle Bermende Köyü’ne yerleşerek Akşehir‘i işgal planlarını uygulamaya başlamışlardı.
Gökyüzü maviliğine bürünmüş, Hıdırlık pırıl pırıl parlıyor, yerler yağan yağmurdan çamurlaşmış, yerler su birikintilerinden göle dönmüştü.
Sabri ve Oristo bastıkları yerlere dikkat etmeden yürüyorlardı. Çamurlar paçalarına kadar ulaşmıştı. Önce Akşehir Çayı’nı geçtiler, Oriste’nin mahallesi olan Gâvur Mahallesi’ne gideceklerdi. Sabri’yi bir heyecan sardı. İlk defa Gâvur Mahallesi’ni görecekti. Acaba nasıl bir mahalleydi bu mahalle? Ulu Cami’de dinlediği vaazları hatırladı, her Cuma günü hocanın “gâvurlardan bize dost olmaz” dediğini hatırlıyordu. Oriste onlardan farklıydı.
Oriste:
-Sabri çok hızlı yürüyorsun.
-Öyle mi?
Biraz yavaşladı. Çamur ayakkabılarını iyice sarmıştı. Durdular, birlikte ayakkabılarını temizlediler.
Sonra yine çamurlardan sakınarak yürümeye başladılar. Gâvur Mahallesi sanki her adımlarında kendilerinden biraz daha uzaklaşıyordu.
Ulu Cami’nin önünden geçerken Rüştü Bey Konağı göründü.
Oriste:
-Ne güzel bir bina.
Sabri:
-Rüştü Bey Konağı.
Bu arada öğle namazı için on beş kişiye yakın bir kalabalık caminin bahçesine toplanmış, ezanın okunmasını bekliyordu.
Geldikleri yoldan sesler geliyordu. Uzakta bir kalabalık gördüler.
Oriste:
-Bunlar asker mi?
-Hayır.
Dikkatlice baktılar.
-Evet, evet askerler, İtalyan askerleri.
Kalabalık uygun adımlarla fakat gayet yavaş yürüyordu. Önlerinde ise her halinden subay olduğu anlaşılan ve askerlere durmadan emirler yağdıran biri vardı.
Sabri ve Oriste durdular. Bu arada İtalyan askerleri de durmuştu.
Bir evin bacasına yuva yapmış leyleklere ateş etmeye başladılar. Bir yandan da pis pis gülüyor, bir şeyler konuşuyorlardı.
Cansız olarak yere düşen leyleğin tüyünü alıp şapkalarına takmaya, pis pis gülmeye başladılar.
Sabri:
-Şunları bekleyelim hele.
Oriste:
-İstersen gidelim, mahallemize az kaldı.
-Neden gidecekmişiz? Kendi yurdumuzda İtalyan askerinden mi korkacağız?
Komutan ve askerleri Ulu Cami ‘nin önünde durdular. Namaz vaktini bekleyen Akşehirliler ile askerler arasında sadece cami duvarı vardı.
Komutan:
-Sen gel diyerek, biraz önce yuva yapan leyleklere ateş açan askeri çağırdı.
Sert bir şekilde:
-Şu Caminin kubbesini görüyor musun?
Asker:
-Evet komutanım.
-Ateş et bakalım.
-Fakat komutanım bu halk…
-Ne diyorsam onu yapacaksın!
-Biz buraların yeni efendileriyiz, sana ne diyorsam onu yapacaksın. Haydi!
Akşehirliler yavaştan yavaştan İtalyan askerlerinin etrafını sarmıştı.
Sabri Komutanın önüne kendisinden beklenmeyecek bir cesaretle atılarak:
-Ne yapıyorsunuz? Diyerek, Rumca komutana sordu.
Komutan:
-Sen de kimsin? Adın ne senin çocuk? Dediği anda,
Sabri:
-Oriste, dedi. Arkadaşının ismini söyleyivermişti.
Komutan sırıtarak:
-Sevdim seni çocuk, yanıma gel bakayım.
Sabri komutanı aldattığı için çocuk seviniyordu. Onların yanında İstasyona gidecek planlarını öğrenecek nasıl olsa bir kaçmanın yolunu da bulacaktı.
Komutan:
-Ya annen, baban? Dedi
-Ölmüşler.
Komutan askerlere:
-Çocuğa şeker verin, diyordu.
Sabri içinden: “Bu gâvurun malı yenmez ya diyordu, rolünü sürdürecekti, yalan da söylemişti. Fakat bu vatan için, babası canını vermiş, ağabeyi ayağını vermişti, o canını verse çok muydu? Her şey vatan için, millet için, bayrak için değil miydi? Vatan elden gidiyordu, Akşehir elden gidiyordu.
Komutan:
-Haydi Oriste! Dedi. Haydi gidelim…
Akşehir halkını sindiremeyeceğini anlayan İtalyanlar İplikçi Cami’nden nasıl korkarak çekip gittilerse, Akşehir’den de adeta kaçarcasına istasyondaki karargâhlarına doğru gidiyorlardı.
İtalyanların arkasından Akşehirlilerin sesleri geliyordu.
-Defolun! Bu yaptıklarınız yanınıza kar kalmayacak, sizleri bir daha buralarda görmek istemiyoruz. Defolun!
Onlarsa Akşehir halkını sindirebileceklerini sanarak havaya ateş edip naralar atarak yürüyorlardı.
Mehmet Ali oturduğu sedirde gözleri pencerede Sabri’yi bekliyordu.
-Ana, dedi, ana bu çocuk nerede kaldı?
-Oriste ile çıkmışlardı. Gâvur Mahallesindedirler.
-Şimdiye kadar gelmeliydi.
Kapı hızlı hızlı çaldı.
Annesi kapıya doğru koşarak:
-Sabri’dir, dedi, Sabri’dir.
-İnşallah ana… Bu İtalyanların ne yapacakları belli değil. Bu gün de Ulu Cami’nin kubbesine ateş etmişler.
Kadıncağız avlunun içinden koşar adım kapıya seğirtti. Tahta kapının açılışı Mehmet Ali’nin oturduğu odadan duyuluyordu.
Tahta kapı gıcırtıyla açıldı.
Mehmet Ali:
-Anaaa! Kim gelmiş?!
-Süleyman oğlum! Ulu Cami imamı Süleyman.
Süleyman ve Habibe Ana merdiven basamaklarından ağır adımlarla çıktılar.
Mehmet Ali şaşkın bir vaziyette:
-Hayırdır, Süleyman Hocam? Hele hoş geldiniz.
Süleyman Hoca:
-Sabri kendisini İtalyan subayına Oriste diyerek tanıtarak onlarla gitti.
-Ya Oriste?
-Yoktu…
Habibe Ana:
-Oğlummm… Dedi. Ah oğlummm!
Mehmet Ali :
-Sabri diyebildi, Sabri…
İki yanı ağaçlarla çevrili ıssız Akşehir İstasyon yolu gece karanlığında işgalci İtalyan askerlerince nöbetleşe bekleniyor, çadırlarda kalan İtalyan askerlerinin kahkahaları gecenin sessizliğini bozuyordu.
İstasyon İtalyanların komutası altındaydı. Yüze yakın İtalyan askerinin Akşehirlileri sindirme, emirleri altına alma, milli mukavemeti kırma siyaseti, Akşehir İstasyonu’ndaki komutan odasından aldıkları emirlere göre şekilleniyordu. Fakat tüm bu girişimleri Akşehirlilerin tepkileriyle karşılaşıyor, Akşehir’e her girişleri hüsranla sonuçlanıyordu. Bu yüzden komutan odasında her türlü hakarete maruz kalıyorlardı. İşgalin ilk günlerinde birkaç kez Akşehir’in içine girmeye yeltenmişlerse de başarısız olmuşlar, ancak bu kez de Rumlarla ve Ermenilerle kurdukları diyaloglarla şehir merkezine nüfus etmeye başlamışlardı.
Akşehir’deki Türk Mahallelerine gelerek Çınar altındaki asırlık çınara, Ulu Cami kubbesine, hatta bacalara yuva yapan leyleklere nişan alıp ateş eden halkın tepkisiyle karşılaşan İtalyan askerleri, bu kez de işgal siyasetlerine Rum çocuklarını alet ederek Akşehirlilere karşı acımasız ve sinsi emellerinin peşine düşmüşlerdi.
Komutan ve Sabri komuta çadırındaydı.
Komutan: Akşehirlilerin cephaneliklerinin yerini biliyor musun? Dedi.
Sabri:
-Bilmiyorum, fakat öğrenebilirim. Türk Mahallelerinde arkadaşlarım var.
-Çok güzel.
-Askerrr!
Bir asker çadırdan içeriye girdi.
Komutan:
-Çocuğa şeker verin.
Asker, beş dakika içerisinde çocuğa şeker getirdi
Komutan:
-Şimdi dışarıya çık, askerden ayakkabı boyası iste, şu çizmelerimi de bir parlatıver bakalım. Yarın sabah yine Akşehir ‘e gireceğiz. Bu kez Türklerin hepsini keseceğiz, buraların yeni sahipleri bizler olacağız.
Sabri dışarı çıktı. Kapının önünde nöbette bekleyen şeker getiren asker:
-Çocuk nereye?
-Ayakkabı boyası alacağım, komutanın çizmelerini boyamak için ..
Asker:
-Gel benimle.
Birlikte yürümeye başladılar. Otuza yakın çadır vardı. İçlerinden kahkaha sesleri geliyordu. Çadırların biraz uzağında ise diğer çadırlardan daha büyük bir çadır.
Sabri:
- Bu çadır ne çadırı?
-Ne olacak cephanelik çocuk. Bu cephaneyle Türkleri yok edeceğiz.
Sabri:
-Silahınız da çok mu? Diye sordu.
-Evet. Yarın göreceksin, bu el bombaları ile Akşehirlileri nasıl yok edeceğiz. Haydial şu boyayı şimdi komutanın çizmelerini boya da komutanı kızdırmayalım.
Sabri elinde boya kutusuyla komutanın odasına girdi. Asker ise kapının önünde nöbet beklemeye başlamıştı.
İçeriye girdiğinde komutanın çoktan sızmış olduğunu gördü.
Sabri’nin babası savaşta şehit, ağabeyi ise gazi olmuştu. Nasıl olsa o da bir gün gelip de ölecek değil miydi? Hem savaşta daha kimleri kaybetmemişti ki? Amcasını, amcasının çocuklarını, dayısını.. Hepsi de bu vatan için ölmemişler miydi? Kızdığı, nefret ettiği, İtalyanların burada tümünü öldürmek, Türk Milleti için, Akşehir için ele geçmeyecek bir fırsattı. Böylece bir saat kadar geçti. Çadırın arkasına dolandı. Gözleri nöbetçi askeri aradı. Askerlere görünmeden çadırın arka kapısından içeriye girdi.
Uzunca bir süre dua etti. Allah ‘a sığındı ve el bombasının pimini çekti.
İstasyondaki patlama sesi ile Akşehir’i sarsan, Tekke’den, Bermende’den, Engilli’den, Sultan Dağları’ndan bile hissedilen infilak sesleri duyuldu. Akşehir uyanmış, İstasyondan gelen patlama seslerinin ardından bıraktığı alevler Akşehir ve çevresinden görünüyor, patlamanın etkisiyle parçalanan askerlerin cesetleri havalarda savruluyordu.
Akşehir İstasyonu’ndaki patlamaların sebebi anlaşılamadı.
Mehmet Ali:
-Şehit oldu kardeşim, şehit oldu anne, başımız sağ olsun, vatan sağ olsun, diyebildi.
O günün sabahında sağ kalan birkaç İtalyan askerinin Akşehir’i terk ettiği duyuldu.
B i t t i.