Denize bakıyordu gözleri. Uçsuz bucaksız denize… Ilık bir bahar akşamının alacasında, denize bakıyordu gözleri. İki damla yaş eşliğinde...
Gördükleri; aşk, sevgi, özlem, kaybetmişlik, yitirilmiş bir yaşam, ayrılık... Adına ne dersek diyelim toplamı bir hüzün dalgasıydı.
Bir dalga çıksa şimdi, onu alıp sürüklese... Yutmadan sürükleye sürükleye kendi kıyılarına… Her şeyin başladığı yere. Bu mümkün müydü? Bu hayatta olmaz denen şeyler olmuyor muydu? Kim bilir belki onu da bir yunus balığı yutar, ulaştırırdı onu kaybetmeye başladığı ilk yere. Köyüne...
Sahi bıraktığı gibi miydi köyü? Bıraktığı gibi miydi her şey? Bıraktıklarını orada bulabilecek miydi? Yoksa o kurak topraklar, her şey gibi sevdiklerini de mi yutmuştu? Ahh doymamıştı o topraklar! Doymayacaktı. Yoksa bırakıp gelir miydi? Bu gurbet elde yalnızlığına iç çeker miydi?
İki damla yaşı sildi elinin tersiyle. İyot kokusunu derin bir nefes ile çekti ciğerlerine. Biraz daha rahatlamıştı. Minnettar bir ifadeyle baktı en az kendi kadar sessiz arkadaşına. Karanlıkta kaybolurken, deniz her zamanki gibi denizdi işte. Ziyaretçisinin bıraktıklarıyla, ayın aydınlık yüzünün siluetiyle nazlı bir gelin gibi süzülüyordu.
Ilık bir bahar akşamı, içinde son kalan duygu kırıntılarıyla ürperdi. Geriye dönüp denize son bir teşekkür ettikten sonra karanlığa teslim olarak; tıpkı deniz gibi durgun, deniz kadar yorgun nazlı nazlı süzüldü.
Kulağında eski bir şarkından çalınmış ıslık sesiyle...