Elinde muska, dilinde dua kapının önünde kalakaldı. Bu kaçıncı hocaydı. Bu kez işe yaramıydı acaba? İşe yaramalıydı. Derin bir nefes alıp muskayı göğsüne bastırdı, evinin yolunu tuttu.
Çocuk için çalmadığı kapı kalmamıştı Gülcan ‘nın. Yaptırmadığı muska, okunmadığı hoca, içmediği koca karı ilacı kalmamış, türbelere gitmiş dualar etmiş, yalvarmış yakarmıştı. Hüseyin’in aklına girip Konya’ya Mevlana’ya kadar gitmiş, Allahın sevgili kulunun yüzü suyu hürmetine bir bebek istemişti. 5 yıl olmuş evleneli ama o hala meyvesiz ağaçtı. Hüseyin’e bu durumu anlattığında;
“Sana bir bebek veremiyorum, kendimi verimsiz topraklar gibi hissediyorum Hüseyin. Ne yapsak? Acaba bir doktora mı görünsem?” demişti.
Hüseyin’in yüzü ifadesiz;
“Gerek yok. Benim senden çocuk falan istediğim yok. Kendini boş yere yorma. Bak bir tane aslan gibi oğlumuz var” demişti.
Gülcan’nın analık hayalini görmezden gelmişti. Sorunun Gülcan da olduğu gül gibi aşikârdı. Hal böyle olunca Gülcan’ın derdi anlamasız bir öfkeye ve hırsa dönüşüyordu.
Gece bebek sesiyle kalkıyor, sesin olduğu yere gidiyor, boş beşiğin başında duran Mehmet’i görünce kan ter içinde uyanıyordu. Mehmet ya? Aslan gibi oğlan… Hüseyin’in ve Fadime’nin oğlu… Kendisini bir türlü, kabul etmeyen o pısırık sümsük oğlan. Evliliğinin üzerinde ki tek gölge! Fadime ölmüştü ölmesine ama bu oğlan yüzünden, Hüseyin bir türlü unutmamıştı Fadime’yi. Bazen rüyalarında onun adını sayıklar, ardından yanıyor diye bağırırdı. Gülcan uyuyor numarası yapar, yatakta gizlice ağlardı.
Hele ki gün geçtikçe Mehmet’in yakışıklılığı, zeki oluşu mahallenin dikkatini çekmesi Gülcan’ı çileden çıkarıyordu. Müşerref Ablanın, Cemile’nin, Güllü Teyze’nin, Nazmiye Ninenin, ne zaman bir araya gelseler hemen herkesin Mehmet’ten dem vurmasını artık kaldıramıyordu. İlk zamanlar çocuğa kendini sevdirmek için çabalamış ama onun soğuk tavırları yüzünden geri çekmişti kendini. Daha sonra da görmezden gelmiş, pek de ilgilenmemişti. Ama şimdi Mehmet büyüyor, büyüdükçe dikkat çekiyor ve en önemlisi Gülcan’a bir kez ana dememiş bu çocuk yüzünden Hüseyin onu bir doktora bile götürmüyordu. Bu çocuk buradan gitmeliydi. Yakında okul için gidecekti ama neden şimdiden ve tamamen gitmesindi.
…
Mehmet en yakın arkadaşı Osman’nın evine gidince gerçek bir ailenin yanında hissediyordu kendini. Gerçek bir ev, diye düşünürdü. Cennet Hanım o gelince ona tarhana çorbası yapardı. Mehmet bu kadının elini öpünce anasının elini öpüyormuş gibi hisseder, hasretle tarhana çorbasını içerdi.
“Ellerine sağlık Cennet Ana, anamın çorbası gibi olmuş. Köyüm gibi kokuyor” derdi
Cennet Hanım da bu öksüz oğlanı, Osman’ından ayırmaz şefkatini eksik etmezdi.
Yaz tatilinde Mehmet babasının yanında çalışmaya başladı. Osman da berber dükkânında olduğundan sık sık bir araya gelirlerdi. Babası Mehmet’e haftada para verirdi. O da parasını diğerlerinin yanına, Çoban Ahmet’in her yıl gönderdiği koyun paralarının yanına koyardı. Babası bu koyun paralarına hiç dokunmadan Mehmet’e verirdi. Köyden geldikleri zamandan bu yana her yıl artarak gelen paralar sayesinde Mehmet’in babasına yük olmadan okuyabileceği kadar para birikmişti.
Konya da çalışırdı belki de. Bu sayede liseyi sorunsuz bitirir bu paraları da fakülteye ayırırdı. Çobanlık yaparak ailesine destek olan küçük Mehmet, büyük adam olacaktı. Tıpkı Selim Amcasına dediği gibi. Çobanlık yaparken, çayırlara uzanarak kurduğu hayali hatırladı. Okula gidebilmek, siyah önlük giyebilmek, öğretmenin gözüne girebilmek… Gülümsedi kendi kendine, büyümüş hayallerini gerçekleştirmişti. Fakat kaybederek, eksilerek, Onun hayallerinin de anası kardeşleri de vardı. Şimdi bir babası kalmıştı. Nereden bilebilirdi ki, onu da kaybetmek üzere olduğunu…
Konya için gün sayan Mehmet Osman’dan ayrılacağı için biraz buruktu. Mustafa ağabeyi Ankara da fakülteye gidecekti. Babası bu yüzden ikisini birden okutmam demişti. Mustafa abinin tek kötü yanıydı bu. Müsrif demişti Osman onun için. Ve sıkıntılı ses tonuyla devam etti;
“Paranın nereden geldiğini bilmez, onu ilgilendiren tek şey harcanmak için var olması. Piyango bana çıktı yani Mehmet. Babam hem zaten derslerinde o kadar iyi değil. Gel sana baba mesleğini öğretiyim dedi. Bende kabul ettim. Berberlik güzel meslek, aç kalmam. Askerden geldikten sonra da Esra’yla evlenirim. “
Esra! Okulun en güzel kızı… Osman’ın yavuklusu. Mehmet’in üç yılı onları izlemekle geçmişti. Onlar el ele yürürken arkalarından yavaş yavaş takip eder, içinin ezilmesine karşı koymaya çalışırdı. Esra’ya gelecek olan laftan Osman’da fazla endişe eder, ona zarar vermekten sakınırdı. Bir gün Esra’nın babası Osman’la Esra’yı görmüştü. Esra ondan sonra okula gelmemiş, bu durum Osman’ı o kadar da üzmemişti. Ama Mehmet kahrolmuş, okul onun için çekilmez olmuştu. Yine elinden bir şey gelememiş, yine kahraman olmamış ve her şeyde olduğu gibi aşkta da yine payına sükût etmek düşmüştü. Kim bilir belki Konya aşk yarasına da iyi gelirdi? Babası nasıl anasını unutmuştu. O da unuturdu elbet.
Kayıt yaptırmak için gidecekleri hafta babası Mehmet’i karşısına aldı. Gel dedi baba oğul konuşalım seninle. Mehmet nasihat edeceğini tahmin etmişti. Oflayarak babasının yanına gitti.
Babası lafa nereden gireceğini bilememen verdiği huzursuzlukla kıvranırken, Mehmet gözlerini babasına dikmiş bekledi. Babası sonunda Mehmet’in gözlerinin içine bakarak başladı;
“Oğlum; bilirim bana kızgınsın “ nefes alıp kendinin bile duyamayacağı kadar kısık sesle; “Gülcan’dan dolayı” dedi. Ve devam etti. “ Sana ne desem bu durumu anlatamam. Sadece sanma ki ananı unuttum. Kardeşlerini yok saydım. Fadimem çok istemişti okumanı. Keşke görebilseydi ama takdiri ilahi işte. Anan ve kardeşlerin o evde yanarken, ben de bu dünyada cehennem ateşinde yandım oğlum. Ama elden ne gelir ki? Giden gidiyor gitmesine de kalanlar içinde hayat olduğu yerde durmuyor ki. Neyse başını ağrıtmayayım. Yani demem o ki! Oku Mehmet’im. Kurtar kendini. Ülkemiz karışık, sakın ola siyasete falan meyil etme evladım. Bizim hayat kavgamız hayatla. Şimdi gençleri toplayıp akıllarını yıkıyorlar. Ciddiyetini muhafaza et, yol meşakkatli 3 oğlum…
Anasına yazdığı yazıyı defterini arasında saklardı Mehmet. Gece yatağının yanında buldu. Babası okuduğun da belli ki çok üzülmüştü
Mehmet’in içinde derin bir yer yapmıştı babasının sözleri. Aslında onun yolu hep meşakkatliydi. Bunu sadece dışarıya yansıtmamış içinde yaşamıştı Mehmet. Çünkü ne zaman babasının gözlerine baksa içindeki yangını görürdü. Hep bir hüzün vardı o koca çınarın gözlerinde. Aslan babası köyden çıktıklarından beri yaralıydı. Evet kızmıştı babasına Gülcan’dan dolayı. Ama yavaş yavaş hak vermeye başlamıştı. İçindeki yaraya bir nebze olsun merhem arıyordu babası. Elbet buna hakkı vardı var olmasına… Ama bir türlü o yabancının babasını elinden alma korkusunu yenememişti. Yenemiyordu. Sanki gün gelecek Mehmet dışarıda kalacaktı. Tıpkı ilk geldiği gün gibi…
“Güzeller güzeli anam! Kınalı ellerin gelir takılır geceleri aklıma. Kaparım gözlerimi, ne zaman ev hasreti çeksem sana kayar düşlerim. Akıl bu ya ana! Yumuşacık şefkat dolu ellerin gezer saçlarımda. Başımı kaldırsam, gözlerimi açsam görür müyüm yine bana bakan o sevgi dolu gözlerini? Dudaklarından dökülür mü yine o en güzel sevgi sözcükleri? Entarindeki çiçekler gibi yine gülünce çiçeklenir mi yüzün, yanakların al al olur mu yine? Hani yaptığın çorban var ya ana sokağın başında alırdım kokusunu. Koşardım ana, merdivenleri birer ikişer çıkar sıcacık evimize, sana koşardım. Akıl bu ya ana! Ne zaman acıksam tarhana çorbasının kokusu çalınır burnuma, direğini sızlatır. Ah o çorbadan bir kaşık olsa, bir kaşık be ana sanki dinecek açlığım. Sen gittin gideli evsizim ana! Sen gittin gideli açım... Yok be ana; karnım değil yüreğim aç…”
3: Zorlu, sıkıntılı
Kenarları çiçek süslemeli duvar aynasının karşısında kendisine bir kez daha baktı. Hala alımlı ve güzeldi. Örgülü saçlarını açıp serbest bıraktı. Kafasını sağa sola sallayınca lüle lüle döküldü omuzlarına. Müşerref ablanın kızı Sevgi’den aldığı ruju dukalarına sürdü, birbirlerine sürterek kıpkırmızı dudaklarını ön doğru büzüştürdü. Yanaklarına de biraz ruj sürüp parmaklarıyla dağıttı. Yasemin esanslı kokuyu boynunda gezdirdi. Geri çekilip üzerini düzeltmeye başladı. En güzel elbisesini giymişti. Dizlerinin hemen altında biten kırmızı çiçekli elbiseyi çok beğenerek kendi dikmişti. Ama hafif göğüs kısmı açık diye Hüseyin giymesine izin vermiyordu. Oda evde kocasına giyerdi bu elbiseyi.
Doğuştan sürmeli gözleri ve her biri özenle sıralanmış simsiyah kirpikleriyle yine çok güzel olmuştu. Hazırdı artık…
Aynanın karşısından kalkıp oturma odasına gitti. Hüseyin çoktan horlamaya başlamıştı. Zaten her akşam erkenden uykuya dalardı. Ama Gülcan işini garantiye almak için bu gece fazladan iki üç bardak papatya çayını hatırım için deyip içirmişti. Maksadı sızması değildi. Vakti geldiğinde kalkmalıydı.
Hüseyin’in sesi hala kulaklarında çınlıyordu. Bana kızgınsın demişti oğluna, Fadimem demişti, Anan ve kardeşlerin o evde yanarken, ben de bu dünyada cehennem ateşinde yandım demişti.
Gülcan dememişti hiç. O sana analık yaptı dememişti. Gülcan sana vurmadı kırmadı dememişti. Gülcan’ın adını bile anmamıştı. Gülcan’ı sevdim de dememişti. Bana kızgınsın derken Gülcan’ı kastetmişti. O söylememişti ama Gülcan anlamıştı. Kızgındı Hüseyin’e, kırgındı. Ne analık hislerinden anlamıştı, ne de kadınlık gururundan.
Öfkeyle arkasını döndü Hüseyin’e. İnce ince hazırlamıştı planını. Odanın kapısını yarı açık bıraktı. Etrafı biraz dağıttı. Duvardaki askının çivisini çıkartarak aşağıya doğru sallanmasını izledi. Araksını dönerek ayaklarıyla yerdeki paspası kıvırarak üzerinde geçti. Halının kenarından aşağıya doğru kaydırdı. Geriye dönüp baktığında izlediği manzaradan memnun kalmıştı.
Derin bir nefes alıp Mehmet’in odasının önünde durdu…