İncila Çalışkan’ın Kaynak Yayınları’ndan çıkan Umut Düşlerin Kanadında kitabını okudum. Bir solukta okunacak öyküler demetinden oluşmuş. Okuduktan sonra bir zaman tünelinden çıkmış gibiydim. Siyah beyaz bir filmden çıkmış, günümüze gelmiştim. Her öykü üzerinde saatlerce düşünülebilecek yaşanmışlıklar, gözlemler, anılar vardı.
Atatürk Türkiyesi’nin kuruluşundan günümüze uzantısı, Cumhuriyet döneminin kazanımları, insanların umudu, ülkesine yararlı olmak için çabalarını anlamakta da pek zorlanmıyorsunuz. Yaşananlar bir film şeridi gibi akıp geçiyor gözlerinizin önünden. Kadının yaşama katkısını, demiryollarının ülkemize kazandırdıkları, dış ülkelerde çalışmak zorunda kalan işçilerimiz, yurt dışındaki işçilerimizin çocuklarının sorunları, kadın hakları, kadının sömürülmesi gibi nice sorunla yüzleşiyorsunuz öyküleri okuduğunuzda.
Öyküler sade, yalın olarak kaleme alınmış. Söz sanatları anlatıma renk katmış, ancak imgesellikten kaçınılmış. Ne söylenmek istendiyse yekten söylenmiş. Okuyucu satırların peşinde labirentler içinde dolaştırılmamış. Öyküleri yazarken insanların kaygıları, sevinçleri, üzüntüleri, yaşamdan bekledikleri, bulamadıkları, ayakta kalma çabalarından etkilenen yazar satırlarında bunları çok hoş yansıtmış.
Öykü, insanların duygu ve düşüncelerini anlatabilmek için kendimi çok özgür hissettiğim yazı türüdür. Yazarın öykülerinde okurlarda duyarlılık yaratmak ve onları kendi dünyalarında bir gezintiye çıkarmak istediğini seziyorsunuz. Yaşamın karmaşıklığı karşısında insanların yüreklerinin derinlerindeki ince duyarlığa değme, dokunma kaygıları ile yazdığını anlamakta zorlanmıyorsunuz.
En sıkıntılı anları yaşarken bir umuda tutunmanın, insanlığı aydınlığa çıkaran güç olduğu satırlar arasında hissettirilmiş. Toplumun birbiriyle yakınlaşmasının, insanın insanı anlaması ve umutlu olmasıyla gerçekleşeceğine inanan yazar okuyucuyu da buna inandırıyor. İnsanlara yalnız olmadıklarını duyumsatmak geleceğe güvenle bakmaları için bir anahtar veriliyor öykülerde. Belçika atasözü ‘Umut en son ölür’ü doğrulatma peşindedir İncila Çalışkan her öyküsünde, her satırında.
Çevresini gözledikçe ve insanları dinledikçe onların çelişkili öyküler yumağı içinde yaşadıklarını ustaca gözlemlemiş... Yeryüzündeki hızlı değişim insan ruhunun uyum güçlüğü çekmesinin en önemli etkeni oluyor. Toplumda yeni ile eskinin savaşı fazla sancıların çekilmesine yol açıyor. Bu sancıların merkezinde kalan insan, değişeni anlamak ve yolunu çizmek için güçlük çekiyor. Öyküler demetinde bunları yakalıyorsunuz.
Kitaptaki öykülerden belleklere işlenenler hiç de az değil. Kitabın ilk öyküsü Kuru İncir’de, ev bütçesine katkı sağlamak için Halime Ana’nın ilk kez ev dışında çalışmaya gitmesi anlatılmış. Cumhuriyet’in ilk yıllarında demiryollarının halka ne kolaylıklar sağladığı örneklenmiş. Trenler gerek kent ulaşımda, gerekse yurt içi ulaşımında bir kurtarıcı olmuştur. Eşyasını, bahçesinde ürettiğini, eşini dostunu trenlerle istediği yere ulaştırmıştır. Ülkemizin demir ağlarla bir baştan bir başa örülmesinin, nedeni daha anlaşılır kılınmaya çalışılmış. İstasyon yaşamı en ince ayrıntılarıyla işlenmiş. İncila Çalışkan’ın bir eğitimci olduğu düşünülürse yıllarını tren yolculuklarıyla geçirdiğini daha iyi anlarsınız. Demiryollarına, trenlere şükran borcunu da ödemiş diyebiliriz bu öyküsüyle.
Karşıyakalı Aslı öyküsünde; kendine özgü bir yaşam sürdürülen İzmir-Karşıyaka’nın günlük yaşamı, geçmiş yaşamıyla ilintiler kurularak anlatılmış. Şirin ilçeyle ilgili öyle bir tablo çıkmış ki karşımıza, yaşanılacak bir belde oluvermiş satırlarla güzelleştirilen Karşıyaka. İlçenin geçmişten kalan özelliğidir. Kimse kimseye karışmazdı. Çocukluğumuzdan iyi bilirim Rum, Yahudi, Levantenler komşularımızdı. Ayrı gayrı yoktu aramızda. Geçmişten, o günlerden kala sadece evler, zamana meydan okuyarak direnen evlerdir. Öykü kahramanı Aslı da evlerle gönül bağı kurmuş. “Levanten evlerini seyrederek pedal basıyordu. Hepsi de özenli yapılardı. Bu güzel evlerde yaşayanlar, mutlu muydular bilemeyiz! Evler, mutlu yaşamak içindir. Evlerin müziği vardır. Bunu, güzel mimari iyi hissettirir. Güzel düşünür, güzel konuşursun… İzmir, yakın geçmişte bunların hepsini yaşamıştır.” (sayfa 23-24)
Sazım Sen Gez Dünyayı öyküsünde, Tuncelili Mansur’un öyküsüdür anlatılan. Bir saz üstadıdır. Küçük yaşta eline aldığı sazıyla Avrupa ülkelerinde tanınmıştır. Öncesinde Almanya, Avusturya’da çeşitli işlerde çalışmıştır. Onun gönlünde yatan sazıydı. Onunla daha çok tanındı, sevildi. Her gittiği yerde ilgi gördü. Müziğin, sanatın evrenselliği, barıştan yana olmasını yaşadı, yaşattı. Müzik sayesinde insanlar bir oldu, birlik oldu. “Viyanalılar ve Türkler: Konser salonlarında semahların, nefeslerin, deyişlerin, ilahilerin lirik dünyasında arındılar… Işığa tutulmuş pervanelere döndüler. Müziğin nağmeleri dinleyenleri büyülü alemlere götürdü.” (sayfa 32 )
Zeytinler Kararırken öyküsünde, zeytinlerin sisli günlerde karardığını öğreniyoruz. Ev ve bahçede yaşama büyük katkılar sağlayan Nadire’nin bıçak kemiğe dayanınca evden ayrılma öyküsüdür. Kocası Hamit elde ne var ne yok satıp savar pavyonlarda, meyhanelerde gününü gün eder kendince. Evde özverili bir karısı olduğunu unutmuştur. Bahçelerindeki her zeytin ağacı çocuğu gibidir. Ellerinden çıkmasına çok üzülür. Bir gün çeker gider baba evine.
Yıllarını eğitime adamış bir eğitimci; okullardan, öğrencilerden söz etmeden yapamazdı. “Okulun Duvarı Yıkıldı” ve “Çocuklar Okula Aç gittiler “ öykülerinde onlara değinmeden edememiş. On iki öyküden oluşan kitaptaki her öykü özgün, ilgi çekici, okunur güzellikte. Yeri gelmiş Ege’de dolaşmış, yeri gelmiş Avrupa’ya yelken açmış. Fırtına Deresi’ndeki baraja öfkesini sözcüklerle dillendirmiş. Satırların peşi sıra bir gezintiye ne dersiniz. Yılların usta kalemi İncila Çalışkan her satırında sizlere merhaba diyerek gülümseyecek.
Not: Umut Düşlerin Kanadında, Kaynak Yayınları-2014, 96 sayfa.