Fakirlere el uzatana, kimsesiz çocukları okutana da rastlanmaz. Ağaç dikmeyi, erozyondan korunmayı da bilen olmaz. Hali vakti yerinde olanlar, önce Mekke’ye, Medine’ye gitmeyi, kutsal karataşa yüzünü sürmeyi düşünür. Hacca gidenlerin çoğu, geçimini ucu ucuna yetirebilen insanlardır. Bazıları gösteriş olsun diye, bazıları çevrenin baskısı ile bazıları da gerçekten inanarak hacca giderdi. Köyde, Şükrü Dayı derler, güngörmüş biri vardı. Varlıklı sayılırdı, ama hacca gitmeyi hiç mi hiç düşünmezdi. O, herkes tarafından çok sevilir, çok sayılırdı. Hacca gitmediği için onu kimse kınamazdı. Çünkü herkese iyi davranır, yardım ederdi. Köyün merasına, mezarlığına, yol kıyılarına, okulun bahçesine ağaç dikerdi. Çeşmelere su taşıyan boruları korurdu. Okulun, mezarlığın yıkılan duvarlarını, yağışlarla bozulan köy yollarını onarırdı. Hele başka bir güzel alışkanlığı daha vardı ki övmekle bitmez.

Şükrü Dayı çok temizdi. Yattığı, kalktığı yerleri düzenli tutardı. Tam bir çevreciydi. İnsanların, hayvanların rahat yürümeleri için gündüz güneş, gece ay ışığında uzayıp giden yollarda, sokaklarda taş ayıklardı. Eğitmenimiz bir cuma günü Şükrü Dayı’yı ödüllendirmek onu örnek göstermek için camide, İYİLİK YERDE KALMAZ adlı şu öyküyü söyledi: “Çok önceleri yaşlı bir adamın sık sık düşündüğünü ve ağladığını gören komşuları ona sormuşlar: “Ne o komşu? Her gün düşünüyor, sık sık ağlıyorsun? Derdini söylemeyen derman bulamaz. Niçin düşündüğünü, niçin ağladığını söyler misin?” Yaşlı adam yanıt vermemiş. Düşünmeyi ve ağlamayı sürdürmüş. Komşuları bu kez de akıllarından geçen ağlama nedenini sormuşlar: “Yaşlandığın için mi, yoksa ölümün yakın olduğu için mi ağlıyorsun?” Yaşlı adam bu kez konuşmuş: “Yaşlandığım için değil, öleceğim için de ağlamıyorum. Niçin ağlıyorum biliyor musunuz? Yetmiş yıldır aranızdayım. Sizlerden ve tanıdığım bu güzel dünyadan ayrılacağım. Bilmediğim, tanımadığım bir yere gideceğim. İşte bu yüzden düşünüyor, işte bu yüzden ağlıyorum.” Olacakla öleceğe çare bulunmazmış. Yaşlı adam bir gün gelmiş ölmüş. Arkasında kalan oğlu, bir süre sonra babasını rüyasında görmüş. “-Sevgili babacığım ölmeden önce her gün düşünüyor, orada yabancılık çekeceğini, arkadaşsız kalacağını söylüyor ve ağlıyordun. Oraları beğendin mi? Başına neler geldi? Gerçekten yalnız mısın? Sıkılıyor musun?” diye sormuş.

Yaşlı adam şu karşılığı vermiş: “-Sorma oğlum. Burada hesap vermek çok zor. Sağ iken yaptığın en küçük iyiliği de, kötülüğü de yazmışlar. Şimdi tek tek hepsi karşıma çıktı. Yetmiş yıl içinde yaptığım iyilikleri az buluyorlar. Ne diyeceğimi şaşırıyorum. Günlerim hesap vermekle geçiyor. Otuz defa hacca gittim,” diyorum. “Kendine dinsel itibar kazanmak için hacca gitmişsin, bize ne?” diyorlar. Bunu kendimi ödüllendirme olarak görüyorlar. Eşimi, çocuklarımı aç, açık bırakmadım, besledim, büyüttüm, yedirdim, içirdim, giydirdim diyorum. “Elbet yedirip giydireceksin. O her ananın, babanın görevi,” diyorlar. İlle de toplum için ne gibi iyiliklerde bulunduğumu söylememi istiyorlar. Çok şeyler anlatıyorum. Sanki sınavda gibiyim. Sıkılıyorum. Hatırlıyor musun? Sağlığımda köyün yol kenarına ağaç dikerdim. Bir yere giderken, ya da bir yerlerden gelirken insanların ayağına takılmasın diye, iri taşları toplar, yolun dışına atardım. Meğerse o yaptığım iyiliklerin en güzeliymiş. Sınav kurulu en çok bunu beğenmiş. Aman oğlum insanlara, hayvanlara iyi davran. Üzme, üzülme. Elinden gelirse, gücün yeterse ağaç dik. Yol, su getir. Okul yaptır. Yolları, sokakları temiz tut.” Oğlan gözlerini açtığında babasını rüyada gördüğünü anlamış. Yaşadığı sürece yapılan en küçük iyiliğin bile karşılıksız kalmayacağını düşünmüş. Yatağından doğrularak kendi kendine söz vermiş. “Bundan sonra,” demiş. “Hep iyilik yapacağım. Balıklar bilmezse, insanlar bilir.”