Meryem Ablama düğün olsun da nerede olursa olsun, isterse Ay’da olsun, yeter ki düğün dernek olsun, kendisine eğlenti olsun. Meryem Abla’mın iki eli kanda, ocakta aşı olsa da evde kızı Nurdan olduktan sonra, yemeğin pişme saatine göre “beş dakika sonra ocağı kapat.” Ya da “on dakika sonra ocağın altını biraz kıs, bir yarım saat kaynasın kapatıver Nurdan’ım.” der, artık gideceği, nişana, düğüne göre, alını, şalını, şipini giyer, takar takıştırır, sürer sürüştürür, ne zaman hazırlanır bilinmez, evden çıkardı. Bugün de o düğün günlerinden bir gündü. Güldane’nin kızının düğünü için evden çıkarken Nurdan‘a da “Yarım saate sen de gel. Güldane Abla gücenir. Hem kızı Nesibe de senin arkadaşın. Güldane Abla’ya da kızına da ayıp olur. “Düğüne gelmediler” der, hem bugün Nesibe evleniyorsa yarın da hayırlı bir kısmetin çıkar da seni de baş göz ederiz. Bak gel! Geç kalma!” diyerek tembih ede ede çıkmış, günde kendisine gelen küçük altınlardan bir tane Nesibe’ye takmak için almıştı. Geçenlerde, geçenlerde dediyse iki hafta önce Yukarı Güller Mahallesi’nden Feride’nin kasap olan oğlu -ortanca çocuğu canım, anlayın artık, büyüğü Mehmet iki yıl önce evlendiydi, çocuğu bile oldu- Tayyar’ın düğününe gitmiş orada Tayyar’a küçük bir altın takmış, bu hafta da Güldane’nin kızı Nesibe’nin düğününde küçük bir altın takacaktı da Nurdan’ı hayırlısıyla, helâl süt emmiş birisini bulduklarında düğün dernek kurulunca kızlarına küçük bir altın da takmayacaklar mıydı? Elbet her taktığı altının karşılığı kızına gelecekti. Hele bir takmasınlar, hele bir takmasınlar. Meryem Abla bu! Akrabaydı, konu komşuydu dinlemez valla bayramlık ağzını bir açtı mı maazallah mahalleyi pardon kasabayı başına toplardı. Meryem Abla kasabanın tek düğün salonuna doğru neredeyse ardından atlı kovalıyormuş gibi soluk soluğa gidiyordu.
Nurdan da yavaş yavaş toplandı. Geçen gün Feride Ablanın oğlu Tayyar’ın düğünü için aldıkları siyah elbisesini giydi. Nurdan‘a da bu elbisesi çok yakışıyordu. Allah var, ne giyse zaten yakışıyordu. Siyah elbise mi yakışmasın! Vestiyerin aynasında uzun uzun elbisesine baktı. Sonra saçlarına. Masmavi gözlerine. Saçlarını taradı, olmadı. Topladı. Beğenmedi. Taradı, düzeltti, topladı, olmadı işte, olmadı. Elbisesine uygun küçük siyah çantasını aldı. Sonra ayakkabılıktan uzun topuklu siyah ayakkabısını giydi. Evden çıktı ya aklı bir türlü düzeltemediği saçlarında kaldı. Telefonda Kuaför Keriman’ı aradı, zaten yolu üstündeydi. Hem saçlarını yaptırır, bir güzel de fön çektirirdi. Annesinin de dilinden kurtulurdu. Şimdi başlardı “Gelinlik kız oldun, şu haline bir bak! El içine çıkıyorsun, el! Bu halin, saçın başın ne? Düğüne geliyorsun…” diye bir başladı mı, aman Allah, düğün bitene kadar sayar dökerdi. Öyle bağıra çağıra değil de kulağının dibinde, konuşur dırdır eder dururdu. Yalnız siyah elbisesi, çantası, elbisesine uyumlu ayakkabıları ile kasaba meydanında yürürken, kasabanın bakkalı, manavı, köşe başındaki kitapçısı, kundura tamircisi sanki bütün esnafın gözleri ondaydı. O kasabanın güzeli, o kasabanın Nurdan’ıydı. Güzeldi, güzeller güzeliydi Nurdan.
Keriman’ın kuaför dükkânına bir beş dakika kalmıştı, kaldırım kenarında aniden bir köpek;
“Havvv! Havvv!” dedi.
Nurdan’ın neredeyse aklı gitti. O korkuyla;
“Hoşşşttt” dedi, “Hoşşşttt! Köpekkk!”
Köpek beklemediği bu tepki karşısında Nurdan’ın yanından uzaklaştı. Neyse kuaföre az kalmıştı. Köşeyi dönünce Keriman’ın dükkânı. Zaten telefonda da aramıştı. Bugün şanslı günüydü ki müşterisi de yoktu. Saçlarını düzelttirir, bir de fön çektirip düğün salonuna giderdi, adımlarını hızlandırdı.
Ardından bir ses işitti;
“Hişşşttt!”
Nurdan biraz önceki köpek korkusuyla, ardına dönmeden;
“Hoşşşttt” dedi.
Yine aynı ses;
“Hişşşttt!”
Nurdan ardına dönüp baktığında;
“Vay güzelim hepsi senin mi?” diyen, yirmi beş yaşlarında tombul, ablak yüzlü, doksan kilo ağırlığında, sanırsın ki karikatür dergilerinden fırlamış bir tip.
Nurdan sinirli;
“Şimdi çantamı kafana bir vurursam görürsün. Hepsi benim mi, başkasının mı terbiyesiz it!”
Tombik genç;
“Sen vur güzelim! Senin vurduğun yerde gül biter!”
Nurdan sinirine hakim olamayıp sağ eliyle tuttuğu çantayı havaya kaldırıp gencin kafasına öyle bir vurmaya başladı ki, bir yandan da “ bakalım koca kafanda gül mü bitecek “ diyerek olanca kuvveti ile hızla vurmaya devam ediyordu. Kasaba esnafından Kasap Haydar, Manav Abdullah, Kitapçı Sadık Ağbi, Nurdan‘ın elinden genci kurtarmaya çalışıyorlardı ki bu ara polis minibüsü de geldi. Nurdan’ı, Kasap Haydar’ı, Manav Abdullah ve Kitapçı Sadık Ağbi’yi Nurdan‘ı, sonradan ismini Muhittin olduğunu öğrendikleri genci de apar topar polis minibüsüne alıp götürdüler. Yarım saat kadar sonra karakoldan ayrıldılar.
Nurdan on dakika sonra düğün salonunun önünde kendisini bekleyen annesi Meryem Abla’nın yanındaydı.
Meryem Abla;
“Kız bu ne hal?!”
Nurdan;
“Halimde ne var?”
Meryem Abla;
“Saçların kör olmayası… Hani fön çektirmemişsin…”
Nurdan;
“Sorma anne, yolda bir ite rastladım”
“-Hoşşşttt! Deseydin ya kızım.”
“Dedim anne. Dedim ya bu bildiğin itlerden değil!”
“Tasması yok mu?”
“Yok ana!”
“Kız yoksa kulağında küpesi de mi yok?”
Nurdan;
“Yok, ana yok. Bildiğin gibi değil” dedi sinirli sinirli; “karakoldan geliyorum”
Meryem Ana;
“Aman kızımmm! Aman kuzummm! Hele n’oldu? Bi güzel anlat yavrum!”
Nurdan;
“Yolda itin biri hırladı, havladı… Karakola gittik... İfademizi aldılar… Bir de karakolda bir şey öğrendim…”
Meryem Abla;
“Neymiş a kızım, kuzum benim?!”
Nurdan:
“6284 Sayılı bir kanun varmış,”
Meryem Abla;
“Kız o neymiş?”
Nurdan;
“Ana anlatayım izin ver hele! Bu kanun şiddete uğrayan, şiddete uğrama tehlikesi bulunan kadın ve çocukları, ayrıca tek taraflı takip edilen mağdurları koruyormuş…”
Meryem Aba;
“Desene kızım bu kanun mağdurları, bu kanun kadınları, çocukları koruyor. Ne güzel!”
Nurdan;
“Bugün karakolda yarın Savcılıkta ifademi vereceğim. Artık Muhittin de Muhittin gibiler de hak ettikleri cezayı alırlar!” dedi.
Anne kız neden sonra düğün salonuna girdiler; son zamanların en sevilen parçası “Ankara’nın Bağları” çalıyor, pist öylesine kalabalıktı ki çoluk çocuk kendinden geçmiş bir halde oynuyordu.