GÜNDEM

DÖRT ARKADAŞ

Gözlerinde akşamın yorgunluğu, bitkinliği vardı.

Temmuz sıcaklığında, sanayide çırak olarak yıllardır çalışan bir türlü kalfalığa yükselememiş arkadaşı Kemal, Gırgır Kerim, babasının yanında dükkânda çalışan (-daha doğrusunu söylemek gerekirse-kötü alışkanlıklar edinmesin, içkiye, kumara, kadına, kıza gitmesin diyerek babasının göz önünde bekletilen) Hayta Selim ile birlikte Hıdırlığın çam kokan havasında, harçlıklarından arttırdıkları, üç beş kuruşla adam başı ikişer birayla dün akşam da zom olmuşlardı. Hepsi de on yedi yaş civarındaydılar.

Salih’in gözüundeki mor halkalar, vücudundaki bitkinlik akşamdan kalmaydı, ya şu suratının hali,  böyle her her Allah’ın günü Akşehir’in Perşembe Pazarı gibi dağınık olmasının nedeni de bundandı. Aslında içki de pek gözü yoktu ya Gırgır Kerim yok mu? Akıllarını yine o çelmemiş miydi? Bir yanda içmek de fena değil di ya bu kavanoz dipli dünyada. İş yok, güç yok, içmeyip de na halt edeceksin ki. Bir de parasını Gırgır çektikten sonra… Gel sen ol da içme.

Yorganı tekmeleyerek kalktı. Bıkmıştı, yılmıştı bu hayattan. Ne iş vardı, ne güç. Yıllarca okumayacağım diyerek, Almanyalara, Amerikalara gidenler altlarında en son model arabalarla dönmüşlerdi de okuyacağım, adam olacağım diyen Salih’in talihi talih değil de Kör Salih’ti mübarek. Yıllarca okumuş, yazmış, bir baltaya sap olamamıştı da sapa bir balta olmuştu. Önüne gelen habire sallıyordu. Kendisi gibi sanayide çıraklıktan kurtulamamış Kemal’in, Gırgır Kerim’in Hayta Selim’in durumu da kendisinden pek iç açıcı değildi ya.. Kemal’in çırakta olsa her hafta sonu bir haftalığı oluyordu. Bazen usta “iş yok bu hafta para veremeyeceğim” diyormuş ya olsun yine de bir haftalığı vardı. Gırgır Kerim desen, üniversiteyi yarıda bırakmış varsıl bir ailenin çocuğu ne okuyor ne çalışıyor, mirasyedi yaşıyordu. Selim ise babasının dükkânındaki kasadan yürütüyor, birlikte gül gibi geçinip, bira paralarını, sinema paralarını, Adliye Parkı’na ödenecek çay paralarını çıkartıyor, ortak sigara alıp tüttürebiliyorlar, ara sıra da olsa Akşehir’in Hıdırlık  Birahanesinin çamların altında konuk oluyorlar. Biralarını içiyorlar, bir de leblebi oldu mu değmeyin keyiflerine, seviyorlar, seviliyorlar, âşık oluyorlar, kendilerine yüz vermeyen kızlara “mundar” demiyorlar mıydı? Salih bir arkadaşlarını düşündü bir de kendisini. İlkokul, ortaokul, lise üniversite derken…”ulan” dedi, kendi kendisine, ben bu dünyanın da çalışanın da, iş yapanın da.

Tekmeledi yorganı, zor şer yatağından doğruldu.

Kahvaltıyı hazırlayan annesi Salih’in sesini duymuş gürültüye gelmişti. O’nun her zamanki haliydi bu kadıncağız biliyordu ya…

“N’oldu?  N’oldu? Bir gün de sabahtan yatağın sağından kalk! Bir gün de besmeleyle uyan. Yine akşam içtiniz değil mi?”

Salih pantolonunu giymişti, yatağı toplayan annesine:

“Ne içmesi anne?” diyerek içindeki öfkesini bastırarak sordu.

Aslında bunları söyleyen annesi olmayacaktı ki…

“Yazık oğlum yazık! Hem canına hem paranıza yazık Ben sizi bilmem mi? Her zaman söylüyorum, sana ne Kerim’den, ne Kemal’den hayır var oğlum. Onları da bir gün seni çağırmaya geldiklerinde kovalayacağım ya. Dur hele!”

Salih:

….

Bu arada Salih’in babası da gürültüye uyanmış, Salih’in yatak odasına kadar gelmişti ya Salih çoktan odasından çıkmıştı bile. Daha doğrusu Hasan Bey her sabah bu gürültüye uyanır, bir iki Salih ‘e bağırır çağırır, Salih’i adam edememesine üzülür, yirmi yaşlarına gelmiş bir adama ne desin? Söylese sanki laftan mı anlar?” Koca mükellef adam, kalbini kırmayayım, incinmesin” diye düşünür, çok zaman ağır konuşmaz, “atsan atılmaz, satsan satılmaz, gel al desen mundar olur, alan bulunmaz. Allah’ım ben ne günah işledim de bu çocuğu bana verdin ?” diye kendi kendisine üzülür, hayıflanırdı.

Salih’in odasına girdi. Yine kaçmış.

Kadıncağız:

“Bu oğlan adam olmaz bey. Adam olmazzz!”

Hasan bey her zamanki hali bildiği halde:

“N’oldu yine”

Kadıncağız öfkeyle:

“N’olacak, Salih yine akşam içmiş”

“Nereye gitti o yine, nereye?”

Kadın odadan çıkarken:

“Cehenneme kadar yolu var, Cehenneme kadar. Bıktım vallahi bu canımdan bıktım, usandım” diyordu.

Salih’in yollar bugün kendisine daha bir garip gelmişti. Sabaha karşıydı. Akşehir dipsiz bir uykunun sessizlinden yavaş yavaş sıyrılıyor, gece boyunca yağan yağmurun ıslaklığını tüm benliğinde hissediyordu. Kemal ‘in dün kendisi için aldığı Birinci sigarasından bir tane yaktı. Ohhh dünya varmış! Dumanını üfledi. Gökyüzü karanlığından yavaş yavaş sıyrılıyordu. Kuş ötüşleri caddelerde yankılanıyor, yollardaki çöpçülerin süpürge seslerini kapatıyordu. Süpürge sesleri, kuş ötüşleri, Akşehir’in meyve bahçelerini hatırlatıyor, şimdi çok yerinde apartman bahçelerinden nasıl meyve, mısır çaldıkları günlerin hayallerini hatırlıyordu.

Güneş doğarken, yalnızlığını, ilk aşklarını, düşünüyor, işsizliğine yanıyor, diplomasını, aşklarını, hayallerini, bir kibritle yakmak istiyordu. Neron gibi şehri yakmak, hayallerini, sevdalarını ilk aşkını… Yalnız hayatında güzel unutamadığı anlarda yok değildi. Okul hayatı gibi. Şu anda camları kırılmış, yılların acılarını çekmiş, babasını, dedesini, hatta onu da dedesini okutmuş, nice öğretmenler, nice doktorlar yetiştirmiş şu Cumhuriyet İlkokulu gibi…

Hayallerinde hep okumak vardı, hep okumak… İlkokul yıllarında eline “Deli Dumrul isimli resimli hikâye kitabı geçmişti. Daha sonra, Teksas, Tom Miks, Ringo düşlerinde hep onlar gibi olmak, onlar gibi yaşamak isterdi. Oysa ki şimdi onu da kurtaracak bir Teksas, bir Tommiks lazımdı ya…Okuma sevdası “Deli Dumrul” hikayesi ile başlamıştı, daha sonra Amerikanın sözüm ona kahramanlarından sonra Kemalettin Tuğcu’yu, Reşat Nuri’yi, Ömer Seyfettin’i keşfetmişti…Kütüphaneyle tanıştığında ilkokulun ya dördüncü ya beşinci sınıfındaydı…O zamanlar şimdiki Akşehir Halk Kütüphanesi’nin yanında Saray Sineması ve yazlık kısmı vardı. Çok zaman kütüphanenin tek okuru o olurdu da üye olmayanlara dahi verilmeyecek kitapları kendisine verirler, hatta okunması için dışarıya verilmeyen ansiklopedileri dahi vermekten çekinmezlerdi. Kaç yıl üst üste “yılın okuru” ödülü olarak ona kütüphane müdürü tarafından kendisine  “kitap“  verilmişti.

Güldü kendi kendisine…”Kültür, kültür “ diyenlere gülüştü bu belki de… Diplomalarını kültür göstergesi olarak gösterenlere güldü… Kahkahalarla güldü. Çevresine bakındı.. Utandı… Kültür üniversite bitirmek miydi? Çevresine bakınıp yine güldü… Üniversite diplomasıysa onda iki tane vardı… Ne işe yarıyordu ki…

Cumhuriyet İlkokulu ona neler hatırlatmıştı, neler neler… Yine öyle bir gündü her zaman olduğu gibi parasız kaldığı bir gün işte. Elinde kitaplığından aldığı üç kitabı sahafa satacak, akşamki bira paralarını çıkartacak, belki de sinemaya gidecekti. Üç tane kitap…. Binlerce kitap içinden…Bir yandan da üzülüyordu ya.. Evden de nasıl da hışımla çıkmıştı, belki de babası masanın üzerine parasını bırakmıştı ya… Kendi kendine “ Bugün canım çok sıkıldı, sinemaya gideyim” diyordu, “sinemaya, kitaplardan kalan para ile de akşamki bira parasını ve çerezi düşünürüz artık.”

O gün üç kitabını da öldü fiyatına sahafa sattı da içinden de bir şeylerin koptuğunu hissediyordu. Saray Sineması’na doğru gidiyor, hatta yürümüyor, adeta koşuyordu. Sinemanın merdivenlerine çıktı. Sabah matinesine daha bir saat vardı, öğle matinesine desen saatler. Afişlere bir göz attı. Kocaman tahtalara ilm afişleri asılmıştı. Üstelik “Tarkan” filmi oynuyordu.

Makinist kapının önünden bağırıyordu:

“Hadi beylerrrrr” Başlıyor beylerrrrr””

Film afişlerini seyredenler:

“ Daha bir saat var kardeşim! Nerede başlayacak?”

Söyledikleri doğruydu ya filmin ne başladığı ne de başlayacağı filan vardı. Afişleri seyreden dört beş müşteriyi görmüştü ya makinist, müşterileri kaçırmak istemiyor, sürekli bağıyıyordu:

“Hadi beylerrrrrr” “Başlıyorrrrr!”

Sinema meraklıları birbirlerine:

“Uzay Sineması’nda Burcee Lee’nin filmi gelmiş, bir de Uzay Sineması’nın afişlerine bakalım, bir de orada ne filmler oynuyormuş, o filmlerin afişlerini görelim”

Sinemanın önündeki kalabalık yavaş yavaş Saray Sineması’nın önünden Uzay Sineması’na doğru yol almaya başladı.

Makinist hala:

“Başlıyorrrr! Biletleri alalım. Tarkan’ın son haftası haydiii!“ diye bağırıyordu.

Salih ve kendi akranları birlikte Uzay Sineması’na doğru yol almaya başladılar. Kalabalık biraz yürüdü. Güvendik Pastanesi’ne takılıp dondurma alanlarda olmadı değil. Salih de alacaktı ya dondurma alsa sinemaya, sinemaya gitse dondurmaya parası yetmeyecekti. Bir de akşamki bira ve çerez paralarını düşünürse…”Ulan, dedi, ben bu dondurmaya icat edenin….” Sonra parasızlığına, işsizliğine bir küfür etti ki…

Neyse, Uzay Sinaması’nda da gerçekten Bruce Lee filmi gelmişti. Şu afişlere bir bak. Ne güzel de uçuyordu. Bir de bunun filmini görmeli. O gün tam anlamıyla, Gırgır Kerim’e, hayta Selim’e anlatacak bir şeyleri de olacaktı. Belki de bira içerken anlatacak, belgi de sigara tüttürürken… Ne işti be!

Saray Sinaması’nda bir film vardı, Uzay Sinaması’nda üç film birden. Üstelik de devamlı matine. Saat de uygundu. Diğer iki filmin ne olduğuna bile bakmadan sinemaya daldı. Ne filmdi ama Bruce Lee vurduğunu düşürüyor, düşürdüğünü yerde bırakmıyor, bir daha, bir daha vuruyordu. Filme dalıp gitmişti. Işıklar yanmaz mı? On dakika ara. Gırgır Kerim‘de önlerdeki sandalyelerin birisinde oturuyordu. Işıklar yanınca fark etmişti Kerim’i “Kerimmmm!” diye bağırdı.

Üçüncü filmin başlarında sinemadan ayrıldılar. Üçüncü filmi de seyredecekler di ya aşk filmi onları açmazdı, açmadı da..

“Offf be” dedi, Salih, dünya varmış. Gözümüz karanlığa nasıl da alışmış, dışarıya çıkınca bir garip oldum. Yarın da Saray Sineması’na gidelim Saray Sineması’na “Tarkan Altın Madalyon “ filmi gelmiş…

Gırgır Kerim gülerek:

“Tamam, gideriz, üstelik paraları da ben vereceğim, istersen şimdi de Adliye parkı’na gidelim. Birer çay içeriz”

Adliye Parkı’da doluydu. Karşısında Terminal, gelen giden… bir hayli de kalabalık..terminale gidecek parkta, terminalden inen parkta…Onlarda çay içerler gelen gideni seyrederlerdi…

Park işleten işletmeci, Kerim’i tanıdı:

-Vayyyy! Gırgır Kerim! Dedi, hangi rüzgâr attı sizi.

“Uzay Sineması’nda Burce Lee rüzgârı…”

İki çayı masalarına bıraktı yanlarından gülerek ayrılırken:

“Burce Lee rüzgârıymış…. Lodos, Tayfun, Bora bilirdik ya…”

Çayları yudumlarken Kerim:

“Hiç konuşmuyorsun. Canın sıkkın gibi. İstersen sana bi Cüneyt Arkın Malkoçoğlu taklidi yapayım da neşen yerine gelsin. Sıkma be canını! Binin yarısı beşyüz o da biz de yok! Hatta beş yüzün yarısı, yarısının da yarısı yok… İstersen senin şu Leyla’dan bahsedelim. Leyla ile aranız ne oldu?”

Salih, Leyla kelimesini duyunca canı biraz daha sıkılmış olacak ki:

“Hiç Leyla’dan bahsetmeyelim istersen. Hiç bahsetmeyelim. Leyla bende olmayanları seviyor. Lüks arabaları, yatları, katları, nerde uzun saç, top sakal, nerede zibidi tip varsa benimle ilgisi olmayan şeyleri seviyor. Biz de ne lüks araba, ne yat, ne kat var…Hatta uzun saç, top sakal da yok.. Benimki öyle bir sevda..senin anlayacağın kuru sevda…”

Kerim, Selim’in gözlerine bakarak:

“Üzülme be dostum, sen üzülme. Onlar gibisini çok gördük. Önemli olan sevgidir, karşılıklı anlayıştır. Sevgi de sende var. Unutma ki bu dünyada sevenler sevgiye muhtaçtır, sevilenler de muhtaç sevgiye.Senin gibi benim gibi her seven gibi.. Kim parayla dünyada mutlu olmuş, mutluluğu yakalayabilmiş ki? Leyla Hanım yakalasın da görelim. Para para diyerek güzelliğini, sevgisini satanları görmedik mi? Sonları hep hüsran olmadı mı? Güzellik kalıcı mı ki?”

“Tamam Gırgırrrr! Tamammmm! Boş konuşup durma artık!”

Gırgır elini kılıç sallar gibi sallayarak Malkoçoğlu filmlerindeki Cüneyt Arkın pozuyla:

“Eyyyyt! Dedi. Eyyyyt! Biz Türkler taş üstünde taş, baş üstünde baş koymayaccağızzzz! Bize yüz vermeyen kızların anasını ağlatacağızzzz! Eyyyyttttt!”

Salih güldü. Ne adamdı bu Gırgır, Ölüyü güldürür, diriye de gülmekten öldürürdü, belki de O’nu beylesine sevmesinin sebebi buydu. Zaten sıkıntıdan bir türlü çıkamıyordu. Sabahi olaydan sonra.. Bu güzel espriydi. Ya bu Gırgır’da olmasa onu hayata kim bağlayacaktı. O’nu bunun için seviyordu. Bir anda tüm sıkıntısını, parasızlığını, işsizliğini, hatta neredeyse Leyla’yı bile unutmuş, sıkıntısı dağılıvermişti.

Terminalden uzun boylu, siyah saçlı, kot pantolon giymiş, güzel bir kız Parka doğru geliyordu; Gırgır‘dan kaçar mı? Salih’in koluna dürterek:

“Baksana Leyla gibi iki kız eder. Ne güzel kız değil mi?

“Ya bi git! Sen daha Leyla’yı bilmiyorsun… Leyla bu kızdan çok ama çok daha güzel…”

“Âşıksın sen, hem de aptal aşıkkk! Aşıksınnn!”

Eliyle Gırgır’ın sırtına vurarak:

“Kalk haydi kalk. Şu çay paralarını öde de gidelim. Boş boş konuşup durma…” diyerek Adliye Parkı’ndan günün akşamı Hıdırlık’ta yine birlikte olmak için ayrıldılar.

O günün akşamında Salih Hıdırlık’ta dev çınarın altında boş bir sandalyeye oturmuş, adı ak, bahtı kara bu şehri seyrediyordu. Dev gibi yapısıyla uzun uzun Akşehir Devlet Hastanesi’ni seyretti. Sonra yanı başında duran Akşehir Kapalı Cezaevini, Akşehir Lisesi’ni, Sanayisini, Akşehir Gölü’nü günden güne artan apartmanlarını, Cumhuriyet İlkokulu’nu, şehrin tertemiz yollarını uzunca seyretti. Ne güzel bir şehirdi bu şehir. Adı Ak, bahta kara şehir. Yıllar yılı illiği için söz verilip de bir türlü il olmayan, sonradan il olmuş pek çok ilden güzel bir şehirdi bu şehir. Taaa Adnan MENDERES’ten 1950 ‘li yıllardan söz verilip de illiği bir türlü gerçekleşmeyen bu şehir.  Yıllarca bu şehrin illiği için çalışan nice güzelim Akşehir sevdalıları. Şimdikilerin çoğu bilmez. Şu anda ismini hatırlayamadığım Akşehirli genç bir şair ve yazar da devrin başbakanı Mesut YILMAZ’a Adnan MENDERES’in Akşehir’in illiği için verdiği sözü yıllar öncesinin bir gazetesinden bulup da vermişti. O gencecikti. Akşehir sevdalısıydı. Sevgi dolu bir gönlü vardı. Yıllarca Akşehir için yazmış, söylemişti… İşte bu alnından öpülesi derler ya  o da Akşehir için çok çalışmış bir değerli bir şair ve yazardı. Hoş o da “Akşehir il olacaktır” sözünü devrin başbakanından almıştı… Almıştı ama Akşehir’i il yapacak o değildi ya… Olmadı…

Bu memlekette kültürlü insanların, şairlerin yazarların öldükten sonra kıymeti artıyordu ya… Öldükten sonra da birkaç yıl sonra filan değil, yirmi yıl kadar sonra şehre anıtlarını dikiyorlardı ya…Kültür buydu, sanata sanatçıya duyulan anlayış buydu ya.. Hiç yoktan güldü…

Yoksa kültür bu değil de popçu, topçu, metalci o da en ağırından, bir sanatçı olup,  kültürel faaliyetlere katılıp, “parayı almadan sahneye çıkmam” arkadaş diyerek, parayı alıp sahneye mi çıkmalıydı. Yarım saat içinde en azından on bin lira, yirmi bin lira alıp, en yıldızlı otellerde kalıp, yemeklerin en iyisini yiyip  “kültürel faaliyetlere katılıp”  yarım saat milleti eğlendirdikten sonra, -para zaten cepte- sen sağ ben selamet ayrılmalı mıydı?

En iyisi buydu; ne yapacaksın, okuyup yazıp… Birkaç şarkı sözüyle işi kıvırdın mı tamam… Gelsin paralar, gitsin paralar… Yaşasın! Kültür buydu, sanatçılık buydu… Bir an sanatçı olmayı düşündü… Hıdırlıkta çalınan “Emmiler“  türküsüne eşlik etti, etmesine ya, olmadı… Bu sevdasından da çabuk vazgeçti…

Neyse, bu arada çayı da gelmişti. Yavaş yavaş yudumluyor, bu şehrin alabildiğince güzelliği, yeşilliği onun gözlerini tarifsiz hayallere sürüklüyordu. Gözleri Nasreddin Hoca’nın Türbesi’ne takıldı. Sadece ve sadece Nasreddin Hoca’sının ismiyle bu şehir il olmayı hak etmişti, hak etmişti ya gel de anlat..

Salih kendi iç dünyasında savaşıyor, beyni cevaplarını bulamadığı sorularla, sorunlarla bulanıyor, allak bullak oluyordu. Akşehir’e olan bu yüce sevgisi neydi? Peki Akşehir’in kendisine olan borcu neydi? Bu çekilmez hayatı bu şehirde nasıl yaşamalıydı. En büyük savaşı kendisiyle, duygularıyla, duygularının iç dünyasıyla savaştığı, vuruştuğu, galip geleninse olmadığı bu şehirde ruh sıkıntılarıyla yaşıyordu. Duygularının galibiyeti onda ne kazandıracak, ona neleri kaybettirecekti. İster duyguları aklına, isterse aklı duygularına galip gelsin, yenilen bir yanı olacaktı. Bir yanının yenilmesi, diğer yanının zaferiydi. Bir yanı yenilsin ki diğer yanı zafer çığlıkları atabilsin. Şu anda aklı ve duygularıyla, kendi kendisiyle, ruhuyla, duygularıyla, aklıyla, mantığıyla savaşarak düşünüyor, savaşarak, kendi içerisinde bir şeylerin üzüntüsünü yaşıyordu. Savaşımının bittiği yerde ise de o da bitecek ya aklı duygularına, ya duyguları mantığına galip gelecek, ya da her ikisi de kendisini yiyip bitirecekti.

Bu şehrin geçmişi, geleceği, şu andaki zamanı, işsizliği, parasızlığı, Leyla’nın “Seni sevmiyorum” sözü, onun karşısında işsizliği, ezikliği, şehrin tüm güzellikleri, Nasreddin Hoca’sı, Tekke’si, Hıdırlığı, Engilli’si, bu şehrin tüm renklerinin ayrı ayrı güzellikleri, güzel şehrin anne koynunda anne beşiğinde sallanan çocuk misalı kendisini hayaller âlemine kaptırıvermişti.

Neden sonra Salih’in omzuna dokunan bir el kendisini hayaller âleminden sıyırıverdi.

Gırgır Kerim, Hayta Selim, Çırak Kemal’e de haber vermişti ki üçü birlikte gelmişlerdi.

Hayta Selim elindeki bira şişeleri dolu paketi göstererek:

“Bırak Salih bu çayı, çeşmeyi, neler hazır oğlum! Biralar, çerezler bugün bendennn!”

Çay parasını ödeyerek dördü birlikte yine dünkü biralarını içtikleri, halkın bulunduğu mahalden baya bir uzak çam ağacının yokuşuna doğru yol aldılar.

Bu şehirde onlar dört arkadaştılar. Üniversite mezunu Salih, Hayta Selim, Çırak Kemal ve Gırgır Kerim. Dördü de hem mutlu, hem huzurlu, hem coşkulu, hem çocuksu hem de korkusuzdular. Başkalarının hayatına dokunmadan, kendi hayatlarının yalnızlığında Beralarını yudumlayacaklar, bu şehre, insanlarına, Manolya Aile Çay Bahçesi’ne, hayata, aşka sevgililerine dair kelimelerle yaşayacak, belki bu havanın güzelliğinde çam kokuları altında saatlerce konuşacaklardı. Biranın verdiği rahatlıkla Hıdırlık yokuşundan aşağıya doğru sallana sallana inecekler, birlikte oturdukları Çay Mahallesi’ne doğru yol alacaklar, bilmem gecenin bir saatinde Bekçi Mustafa’nın düdüğü ile irkilecekler, gizlice evlerinin tahta kapılarını açmak için çalışacaklar, sonra da dipsiz, derin bir uykunun verdiği rahatlığa dalacaklardı.

Onlar dört arkadaştılar; onlar dört can. Biz onları, bu şehri, Saray Sinemasını, Uzay Sinemasını, Uğur Sinemasını, Bizim sinemasını, Manolya Aile Çay Bahçesini, geçmişte güzel olan ne varsa unuttuk. Oysa unutmak yok olmaktı. Unuta unuta çoğaldık bir bir. Ne çok unuttuklarımız vardı. Unutmak eksilmekti. Unuta unuta unutkanlıktan zevk almaya başladık. Hayattan, geçmişten ne kadar kaçsak boştu. Hayattan kaçılır mıydı? Kaçamadık!

Onlar dört arkadaştılar, onlar dört güzel can. Üniversite mezunu Salih, Hata Selim, Çırak Kemal, Gırgır Kerim… (2013-AKŞEHİR) BİTTİ.

{ "vars": { "account": "G-5Z2CE4T8R8" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }