Köyümüzde kadın olsun, erkek olsun, birkaç kişi bir araya geldi mi, hemen dedi-koduya koyulurlardı.
“Falanın kızı ne yapmış biliyor musun?...”
“Ya!... Deme!... Vah!... Vah!... Oh!... Oh!...”
“Falancanın oğlu babasına hakaret etmiş.”
“Eyi olmuş deyyusa. Öyle deme… Gülme komşuna…”
“Falancanın kızı kocasını boynuzlatmış.”
“Zaten belliydi. Anasına bak kızını al. Taşa çıkan keçinin ağaca çıkan oğlağı olur.”
Birkaç ay sonra bu ve buna benzer dedi-koduları, eğitmenimiz de duymuş...
Bir cuma günü halkı caminin önüne topladı. Canı sıkkın görünüyordu. Namazdan çıkanlara seslendi:
“Taş taşıyın ama laf taşımayın,” diyerek, DEDİ-KODU adlı şu öyküyü anlattı:
“Çok önceleri bazı insanlar birbirlerinin arkasından dedi-kodu eder, oradan oraya laf taşırlarmış.
Arkadan konuşmayı, çekiştirmeyi hiç sevmeyen bir bilge kişiye de böyle biri bir laf getirmiş.
“Sevdiğini, saydığını sandığın falan adam, senin kötülüğünü istiyor. Hakkında dedi-kodu yapıyor,” demiş.
Bilge kişi, dedi-kodulara aldırmayan bir davranışla sormuş:
“O bunu ne zaman yaptı?”
“Bugün. Az önce.”
“Onu nerede gördün?”
“Bazı arkadaşlarını evine çağırmıştı. Aralarında ben de vardım. Bize ziyafet vermişti.”
“Neler yedirdi size?”
“Sofra çok zengindi. Sekiz, on çeşit yemek vardı.”
“Hepsinden yedin mi?”
“Yedim.”
“Güzel miydi?”
“Çok güzeldi.”
Tam bu sırada bilge kişi öfkeyle çıkışmış:
“Yazıklar olsun sana. Sekiz, on çeşit yemeği midene sığdırdın da ufacık bir sözü kafana sığdıramadın mı?”
Sonra da dedi-kodu yapan, laf taşıyan adamı yanından kovmuş. ”