Canan Tan, her yayımlanan kitabıyla yankı uyandırıyor. Üstlendiği görevini de başarıyla yerine getiriyor. Canan Tan, bir sevdanın peşi sıra koşturup duruyor…
Doğan Kitap’tan çıkan Pembe ve Yusuf’u da bir çırpıda okudum. Anadolu gerçeğine, töreye kafa tutarak yazılmış bir kitap, çocuk gelinlere bir karşı duruş. Ülkemizin bazı yörelerinin büyük sorunu çocuk gelinler. Canan Tan romanında bu konuya dikkat çekmek istiyor. 23 Nisan 2015 günü yapılan törenlerde Siirt’te “Erken Yaşta Evliliğe Hayır” pankartının açılması boşuna değildi.
Canan Tan okurları için kendilerine yabancı olmayan bölümle başlıyor roman. Romanın daha ilk sayfalarında ben bu bölümü daha önceki öykü kitaplarında okumuştum, Ademoğlu Pansiyon’da geçmişti olay diyorsunuz. Romanın Yusuf başlıklı bölümünden sonra geriye dönüşle romanın içine dalıyorsunuz.
Keder çıkıyor karşımıza; adı üstünde, yaşamı da kederlerle yoğrulmuş bir kızcağız. Doğar doğmaz babası tarafından dışlanıyor. Bir türlü sevilmiyor yıllar geçse de. Doğduğu gün dedesi Hayrullah Bey ölüyor. Doğduğu gün uğursuzlukları da beraberinde mi getirmişti acaba?
Keder, adının aksine güler yüzlü, neşeli bir çocuktu. Annesi Zehra Hanım, bu tatlı kızıyla her zaman onur duyuyordu. Ya babası, bir kez olsun sevmediği, okşamadığı, sürekli dışladığı kızıydı kendisi için. Servet Beyin kızları arasında en gösterişli olan Gülistan’dı. Erken gelişmiş, talipleri de hemen çıkmıştı.
Servet bey, küçük kızı bir an önce evden uzaklaştırmak ister. Bu yüzden de Gülistan’ı istemeye gelen İsmail’e Keder’i verirler. Keder, evlendiğinde on dört yaşında bile değildir. Evlendikleri gece odalarına çekilirler. İsmail katı kurallarla yetişmiş, ne gördüyse uygulayan buyurgan birisidir. Çıkar üstündekileri, komutunu verir. Keder, üstündekileri çıkartır, ama çok utanmaktadır. “ İsmail’in gözleriyse Keder’in henüz açılmamış duvağında takılı kalmıştır. Komik bir manzaraydı karşısındaki. Başındaki tülden duvağı ve üzerindeki beyaz, kolsuz gömleğiyle sahibi tarafından rastgele giydirilmiş cansız bir bez bebeğe benziyordu.” (sayfa 38)
Keder’in kederli yaşamı, evliliği sürmektedir. Acımasız, sertlikle geçen yıllar. Kitabı okurken sertlikten irkiliyor, ürküyorsunuz. Bazen İsmail’e öyle kızıyorsunuz ki romanın içine girip paylamak istiyorsunuz.
Kayınpederi Keder’e Küçümen Gelin demektedir. Kahvesini onun elinden içer. Keder ise çocuklarla oynamaktan, onların oyunlarına katılmaktan büyük keyif duyar. (sayfa 43)
Roman ırmak gibi akıp gidiyor. İki erkek çocukları olur. Adlarını İsmail koyar; Nevzat ve Nusret. Büyüyünce de aynı babalarına benzerler her yönden. ( sayfa 116 )
İstanbul’a Gülistan’ın düğününe giderler. Orada yerleşmeye karar verir İsmail. Kısa sürede ev alırlar, İsmail kendine iş tutar. Yeni eve yeni çocuk diye tutturur İsmail. İstanbul’da Pembe ile Yusuf doğar. Annelerine bağlı, törenin kıskacından uzakta büyüyen bu çocuklar kuşkusuz farklı olacaktır.
Canan Tan, çoğu kitabında yaptığı gibi bölgenin yiyecek içecek kültürüne de değinmeden yapamamış. Keder ve ailesi Fatih semtinde oturmaktadırlar. Fatih Kadınlar Pazarı’na giderler kapı komşusu Fidan’la. Pazarda, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin biberinden salçasına dek her şey satılmaktadır. Yöresel gıdaları orada bulmak olasıdır. (sayfa 149) Fidan da kuma kıskacındadır. Keder’in yakın dostu, sırdaşıdır…
İkinci bölümde çocukların büyümesi, İstanbul’un bile İsmail’i değiştirmediği vurgulanır. Üstelik oğulları Nevzat ve Nusret’i aynı kendine benzetmiştir. Evin içinde sürekli tatsızlık rüzgarları esmekte, hüzün bulutları evin içine çöreklenmiş, bir türlü gitmek bilmemektedir. Canan Tan’ın söyleyişiyle ezen ve ezilenler oluşmuştur evin içinde.
Pembe’ye yaşlı bir talip çıkar, o ise sevdiği Mustafa’ya kaçar. Nikah yapmaya yanaşmayınca Mustafa, çocuğuyla baba evine dönmek zorunda kalır Pembe. Pembe ölümü hak etmiştir. Töre kanunları gündemdedir artık. Töreyi uygulama görevini Yedekçi dedikleri Yusuf’a verirler. O itiraz eder; “Ben ablamı nasıl vururum?” der.
Bunu okuyunca, Edip Cansever’in “Mendilimde Kan Sesleri” şiirinin dizeleri dökülmeye başladı belleğime: İnsan yaşadığı yere benzer/ O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer/ Suyunda yüzen balığa/ Toprağını iten çiçeğe/ Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine/ Konya’nın beyaz/ Antebin kırmızı düzlüğüne benzer/ Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir/ Denizine benzer ki dalgalıdır bakışları…/
İstanbul’da doğan, büyüyen Pembe ile Yusuf daha sevecen, daha sıcak ve içtendir. Töre kıskacından uzakta yaşamak belki de onları bu duruma getirmiştir. Yazar bunu bilerek mi kurguladı, ona bir şey diyemem…
Romanda zaman kullanılmamış, Piraye romanında olduğu gibi. Öyle bir konu yakalamış ki yazar, günümüzden yirmi yıl önce de yaşanmıştır. On yıl sonra da yaşanabilecek olaylar olduğundan belki de…
Üçüncü bölümde başa dönüyoruz. Canan Tan okurları için bunu çözmek zor olmayacak. Karşımıza “Issız Erkekler Korosu” çıkar. Ağlayarak, kızarak, öfkelenerek okusanız da keyif alacağınız bir kitap olacak. Yazar Canan Tan’ı kutlayacaksınız yürekten. İyi okumalar…