Gün oluyor, iki çoban kafa kafaya veriyor, iki sürüyü birbirine karıştırıyordu. Bu yüzden koyun sahiplerinin iki de bir şikâyetleri sürüp gidiyordu. “Bugün bizim toklulardan biri eksik. Kayadan uçmuş. Çoban öyle söylüyor.” “Bugün benim kuzularımdan birisi ölmüş. Çoban derisini getirdi.” “Bugün bizim oğlaklardan birini kurt kapmış, çoban çaresiz kalmış.” Bu tür sözleri duya duya yerli, yabancı herkes kanıksamıştı. Bir akşam eğitmenimiz, imamla, muhtarla görüşerek mahalle odasında, çobanlar toplantısı yaptı. Odanın içerisi gaz lâmbasının ışığı ile aydınlatılıyordu. Çobanlar toplantıya gönülsüz katılmışlardı. Her biri sırtını duvara dayamış, birbirlerine işittiklerini, yaşadıklarını anlatıyorlardı. Konu, döndü, dolaştı, hırsızlığa, haksızlığa, yolsuzluğa dayandı. Sözün burasında eğitmen araya girdi ÇOBANIN İYİSİ adlı şu öyküyü anlattı:
“Söylentiye göre ülkelerden birinde eski devlet adamlarından biri, zaman zaman halkın kılığına girerek, çarşıda, pazarda dolaşır, gerçekleri daha yakından görmek, bilmek istermiş. Yine böyle bir gün, gezerken dağda sürülerini otlatan bir çobana rastlamış. Ona yaklaşmış bazı sorular sormuş. Karşılıklı konuşmaya başlamışlar:
“Koyunlar senin mi?”
“Hayır, benim değil, halkın. Ben bir çobanım. Bu koyunları her sabah topluyor, bura-ara getiriyor, otlatıyorum. Akşam olunca da köye götürüyor, sahiplerine teslim ediyorum.” “Peki. Bunlardan birini bana satar mısın?” “Hayır, satamam. Yoksa akşam olunca birinin eksik olduğunu sahibine nasıl açıklarım?” “Kurt kaptı, dersin. Sahibi nereden bilecek?” “Doğru söylüyorsun. Hayvanın sahibini kandırabilirim, ama kendimi asla,” demiş, çoban. İyi yürekli, dürüst biriyle karşı karşıya geldiğini anlayan devlet büyüğü, çobanı dağlardan indirmiş, sarayına götürmüş. Ona torbalar dolusu altın, gümüş ve elmas vermiş.”