BİR OCAK AYINDA, UĞUR SİNEMASI VE PLAKÇI METİN

Evden sıkıntı ile çıktım. Hava soğuktu. Evin önünde minibüs durağı. Bekledim. Gelmek bilmedi. Beş dakika. On dakika. Bekliyorum yok. Durakta da kimseler yok. Nereye gidecektim? Yürüyeyim dedim. Uzaktan bir arkadaş geliyor. Hava soğuk. Konuşmak gerek. Vazgeçtim. Yolumu değiştirdim.

Yalnız kalmalıyım. Tek başına. Yalnızlığı seviyorum. Minibüse binmeyeceğim. Açılayım şöyle şehrin kalabalığına diyorum, fakat yalnız. Kendi halime. Bir şey düşünmeden. İnsanlardan uzak. Konuşunca tanıdığın insanların büyüsü bozuluyordu. Belki de uzaktan sevmeliydi. Kadınlar gibi. Hoşlandığım fakat konuşamadığım genç kızlar gibi. En kalabalıklarda bile yalnızdım. Yalnızlığı severdim. Tek başına, kendi evreninde. Yalnızlığın içerisinde tek başına zamanlar geçirdim. Yıllar geçti yalnızlıkla. Yalnız olmadığım zamanlarda benimle olan, karşımda yüzüme bakan bir ben vardı yalnızlığımı hissettirmeyen. Kimdi? Tanıyordum onu, her geçen gün tanıyamadığım. Gençliğimden, benden, duygularımdan bir şeyler alıp götüren. Aynalarda görürdüm. Vitrinlerde tanırdım onu. Yalnızlığımın arkadaşıydı. O bendim, ben oydu.

Çok zaman bir şey düşünmeden kendi halimde yürürdüm. Ayaklarım beni kaç yıl öncesine götürmüştü. Ne gerekti şimdi, yıllar öncesine gitmenin. Hayallerim mi suçluydu, hatıralarım mı, duygularım mı? Niçin insan hatıralarında yaşamak isterdi? Yıllar öncesinde mi kalmışım? Ne vardı yıllar öncesinin hatıralarını yaşamakta?

Yalnızlık yollarında tek başına yürüdüm. Genç bir öğrenci çantasını sallayarak yanımdan Cumhuriyet İlkokulu’na gitti. Geçmişe götürdü beni. Çayın gürül gürül akan suyu. Akşehir’e sel gelmişti, bir çocuğun boğulduğunu duyduğum günlere götürdü beni.

Sinemalar da öyleydi. Yalnızlığım da eski kovboy filmlerini hatırlattı. Sinemanın içerisinde çınlayan silah sesleri hâlâ kulaklarımda.

Sonra yürüdüm. Bildiğim yollar. Ağaçlar. Bahçeler. Aylardan Ocak. Soğuk bir hava var. Ona yakın köpek koşturuyor oradan oraya. Sonra bir sinema. Uğur Sineması. Yanında şehrin tek plakçısı. Plakçı Metin. Son zamanların arabesk bir sanatçısının şarkısı çalıyor. Dükkanın önünde iki büyük kolon var. Acılı bir ses meydana yayılıyor. Arabesk sanatçılarının resimleri. Vitrinde kasetler. Plaklar. İki genç giriyor. Ellerinde kaset doldurtacakları sanatçıların isim ve şarkı listesi. Dükkanın içi küçük küçük kasetlerin konulduğu raflarla dolu. O kadar çok sanatçının kaseti var ki. Birini alsan, diğeri kalıyor. Yalnız o zamanlar kasetler pahalı. Ancak sevdiğin sanatçıların isimleri ve şarkılarını bir defter yaprağına, bir kağıda yazdırıp sıfır bir kasete doldurtabiliyorsun. Öyle her sevdiğin sanatçının kasetini almak zor. Pahalı.

Plakçının yanında kuruyemişçi var. Şimdiki Çağdaş Kuruyemişçi. Yanlarında marangoz Suat Ağbi’nin dükkanı. Uzun bir dükkân. Suat Ağbi hem marangozluk yapıyor, Akşehir’in çok evinin kapısı, penceresi onun dükkanından çıkma, hem de Akşehir marangozlarının şerit bileme ve kaynak işlerini yapıyor.

Kaç yıl önceydi benim yalnızlığım. Otuz yıl, kırk yıl… Yıl 80. Ben şimdi hangi yıldayım? Kırk yıl öncesinde mi? Saat 12:50, birazdan Uğur Sineması’nda saat bir matinesi filmi başlar. Şöyle bir filme bakıyorum. Kovboy filmi. İyi, güzel. Sinemaya girmeliyim. Yandaki kuruyemişçiden tazecik leblebi aldım. Girdim sinemaya. Leblebinin yanına da patlamış mısır aldım. Sinema kalabalık değildi. Yalnız kalmak için iyi bir mekan. Sinemanın içerisindeki film afişlerine baktım. Sonra film başladı. Kendimi bir serüvenin içerisinde buldum. Tabanca sesleri. Kavgalar.

Eski sinemalara gidiyorum. Artık ne kovboy filmleri kaldı ne Uğur Sineması. Ne yanında Metin Plak. Ne de kuruyemişçi ne de Marangoz Suat Ağabey. Işıklar yandı. Yine yalnızlığımla kaldım. Şehirde tek başına.

{ "vars": { "account": "G-5Z2CE4T8R8" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }