Aşkın Diğer Yanı Hayallerimi yıktın İstanbul…

Bugünlük bu kadar yeter teyze. Sonra yine gelir devam ederim. Hoşça kal…”

Kuyular, kuyular kazdık.

Sevda koyduk, aşk koyduk, dostluk koyduk…

Ağıtlarının yüreğini yaktık,

Bir avuç toprak başucumuzda;

Kalanlarla nefes almaya çalıştık

 Ayşegül’ün beni beklediği yere doğru giderken, aklımı, kalbimi mezarlıklara paylaştırdım. Zeynep’in mezarı Adana da olduğu için pek ziyaret edemedim. Aslında hiç ziyaret edemedim. Ben onu hep yanımda istedim. Mezarlığa koyamadım.

 Bundan sonra ne yapacağım, nasıl yaşayacağım hatta yaşayabilecek miyim? Hiçbir fikrim yok. Düştüm bir rüzgârın önünde savruluyorum. Nereye eserse oraya…

 Arabaya sessizce bindim. Camını hafifçe açtım. Yağmurlu havalardan hep nefret etmişimdir. Şimdi her düşen yağmur tanesiyle akıyorum. Her bir yağmur tanesini melekler indirirmiş yeryüzüne, bu yüzden hiçbir damla birbirine değmez, karışmazmış. Peki, beni yerlere atan melekler mi? Sanmıyorum, bence yağmur taneleri meleklerin gözyaşı, kaybedilen her bir canlı için, yok yere verilen hayatlar için döktükleri gözyaşı. Melekler bizimle birlikte, bizim içimizde bizim için ağlıyor…

  Düşündüm de içimin sesini de duyamıyorum artık. En son komutanın giderken konuşmuştu. Çok acımıştı belli. Çok yormuştu beni, çok zorlamıştı, susturdum işte… Sonunda, onu da susturdum.

 Ayşegül’ün evine yaklaştığımız da içimde bir şeyler titremedi. Acıyordu, daha fazla acıyamazdı…

“Beni kendi evime bırakır mısın?”

“Olmaz öyle şey?”

“Ayşegül burası bana iyi gelmeyebilir…”

“Ne fark edecek ki? Bu evde yaşananlar varsa, O evde de yaşanacak olan hayaller vardı.”

“Hayaller mi? Hayaller… Onların canına okudular. Kim vurduya gitti hayallerimiz, bizde faili meçhulleriz artık. Beni evime götür.”

 “Tamam.”

 Evim, benim evim. Zeynep kaçırılmadan bir hafta önce almış, içinid e zevklerine göre döşemiştim. Şu lanet davadan sonra sürpriz yapacaktım. Niyetim Ayşegül’ün evinden ayrılmak değildi. İkinci bir evimiz olsun istedim. Bizim olsun istedim. Çok güzel bir evdi, karşımızda park ve deniz manzarası vardı. Zemin kattaydı. 3 odası vardı. Biri benim, biri Zeynep’in, diğeri de Ayşegül’ün… Kapı girişinin karşısında bir oda vardı. Kapının hemen sağında 3 basamaklı merdivenle salona iniliyor, merdivenlerin üzeri camekânın yerine mobilyacıdan özel yaptırdığım beyaz kitaplık, salonun solunda Amerikan mutfak, mutfağın arka tarafında banyo ve diğer iki oda vardı. Her odada banyo vardı.

 Zeynep’in odasını, onun zevkine göre döşemiştim. Bir yatak, bir şifonyer ve banyonun yanında ki küçük bölmeyi de giyinme odası olarak yaptırmıştım. Odası genişti ama çok eşya ile daraltmak istemedim. Zira dans etmesi için ona boş alan lazımdı.

 Ayşegül’ün odası ona yakışır şekildeydi, eskitme mobilyalardan oluşan yatak odası takımı, mobilyalara uygun cafcaflı perdeleri ve tabi ki olmazsa olmazı yatak örtüsü ve perdesinin rengine uygun mor josefini ...

 Benim odamda da çok eşya yoktu. Kendime camın önünde kitap okumak için çok şık yaptığım köşem küçük ceviz ağacından özel yaptırdığım çalışma masam benim içinde yeterliydi. Şimdi bu ev yaşanması gereken güzel günler için beklemeliydi…

 Kasabaya giderken evin anahtarını Ayşegül’e vermiştim. Yeni evlenen bir çift kiralamak istedi, karşı çıkmadım. Eşyalarla kiraladılar, altı ay öncede tayin nedeniyle İzmir’e gittiler. Ayşegül’ün dediğine göre evi temiz bırakmışlar.

 “Nasıl kiraladılarsa öyle, eve çok iyi bakmışlar, eşyalar da hala çok iyi durumda Ela. Şimdi gelsen yerleşirsin” demişti altı ay önce… Herhalde o da dönüşün böylesini beklemişti.

 

 Ayşegül torpidodan anahtarları çıkarttı. Arabadan inip dışarıdan öylece bakakaldım. Az önce anlattığım bu ev yabancıydı bana, içeride bizim değil bir başkalarının hayatları, dokunuşları vardı.

“Keşke temizletip öyle gelseydik, ben bir ay önce temizlettim ama ne zaman ayılacağın belli değildi, ayılınca da bana gideriz diye düşündüm.”

“Boş ver şimdi hallederiz.”

“Dur, temizlik şirketini arayayım da gelsinler..”

“Tamam.”

 Kapının eşiğinden sağ ayağımla adımımı atıp “Bismillah” dedim. En azından bunda sonraki yaşanacaklara besmele ile başlamak istedim. Salona geçip camları açtım. Küçük bahçeme çıktım, denizin o kendine has iyot kokusu derin derin içime çektim.

“Canım pizza söyleyelim mi?”

“Mantarlı olsun.”

“Özledin değil mi?”

“Çok…”

 Pizzalarımız ve kolalarımızla oturduk salona. Eksikte olsak yaşanacak olanların birini yaşamaya başladık.

“Ela, şimdi ne yapacaksın? Düşündün mü bunu…”

“Bilmiyorum Ayşegül. Tek bildiğim artık avukatlık yapmayacağım.”

“Tahmin ediyordum zaten. Bak canım benim, ne yapmaya karar verirsen ver ben hep yanındayım.”

“Biliyorum canım…”

Yıllar arkadaşıma da acımamış göz kenarlarına iki çizgi atmış. Kime acımıştık ki, bu canına yandığımın zamanı, iyileştirirken hep imzasını atmadı mı?

 Büyüksün Allah’ım. Birini alıyorsun, diğerini veriyorsun. Bize nefes almanın bir yolunu mutlaka gösteriyorsun. Bugünüme şükürler olsun…

 Sabah erkenden kalktım. Sessizce mutfağa geçip bir kahve yaptım. Üzerime şalımı alıp küçük bahçeme çıktım. İstanbul, bu pazar sabahında hala uykudaydı. Kalabalık şehir sadece pazar sabahları bu kadar tenha oluyor, insanı yoran kalabalığından arınıyordu. Kahvemi içtikten sonra, üzerime adidas eşofmanlarımı giyip, bu tenha İstanbul un tadını çıkarmak için parkta yürümeye başladım. Öğleden sonra pazarın tadını çıkarmak isteyenler, bu parklara doluşacak, Belgrat ormanın da yürüyüşlere çıkacak, Eyüp'e türbe ziyaretlerine gidecekler, Galata köprüsünde oltalarını atıp kısmetlerini bekleyecek, Beyoğlu, Taksim, Nişantaşı'nda birbirini tanımayan insanlar, omuz omuza birbirlerine bu kadar yakın yürüyecek, alışveriş merkezlerine gidip, sinemanın tadını çıkaracak, arkadaşlarıyla bir kafede günlük hayatın yoruculuğunu konuşacak, tatlı tartışmalar yapılacaklar. Bütün İstanbul halkı, pazarını dolu dolu yaşayacak. Peki, bu kalabalığın içinden benim gibiler kendilerine yer bulabilecekler mi?

  Mendil satan çocuklar, kırmızı ışıkta "ağabey siliyim mi?" diyerek bir kaç kuruş için hayatını tehlikeye atan, yaşıtları sıcacık yatağında yatarken bu çocukların yüzündeki kir yüzünden masumiyeti görülemeyen ötekiler… Çöp toplayan gençler, yaşlılar, bir bankta akşamdan kalma şarapçılar, kendi halinde, kendi kavgasında, tabiri caizse kendi çöplüğünde yok olmaya mahkûm insanlar. Bu pazar günüde onlar için dolu dolu geçebilecek mi?

 Hayat bir sokak satıcısının, sözlerindeki yorgunluktu. Hayat mendil satan bir çocuğun gözlerindeki umuttu. Ve hayat sen artı ben olmamanın yorumu... Hayatın bize oynadığı son oyunu...

 Evimin köşesindeki pastaneden poğaça ve simit alıp eve geçtim. Ayşegül kalkmış çayı koymuş, beni bekliyordu.

"Günaydın canım. Erkencisin."

"Evet, yürüyüş yaptım biraz."

"Simit mi aldın?"

"Evet sana tereyağlı simit, kendime de patatesli poğaça aldım. Sen hazırlar mısın? Ben bir duş alıyım."

"Tamam canım."

 Duştan sonra kahvaltımızı yaptık. Amaçsız, işsiz, boş insanlar olarak çayımızı alıp bahçeye çıktık. Hayat benim için durmamış fakat yavaşlamıştı. Kaldığı yerden devam etse de, hep aynı yerdeyim. Bundan sonra ne yapacağım, nasıl devam edeceğim... Şimdilik sadece yerimde saymakla yetiniyorum…

 

 

{ "vars": { "account": "G-5Z2CE4T8R8" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }