Ali Kırca, İstanbul/Bahçeşehir’de yayınlanan Siyaset Meydanı’nda ‘Akşehir ve Nasreddin Hoca’ üzerine canlı yayın yaptı. 5-10 temmuz Nasreddin Hoca Şenliklerinin İstanbul ayağında düzenlenen; Gül/Düşün Vapuru gezisine katıldı, düzenlenen tüm basın toplantılarında ve yürüyüş kortejlerinde yer alarak Akşehir’e olan sevdasını her fırsatta gösterdi.
Gazeteci-Yazar Ali Kırca’dan çocukluğunu birlikte geçirdiği ve yakın zamanda kaybettiğimiz teyzesinin çocuğu Dr. Ali Galip Gündoğar için bir mektup var.
ALİ GALİP İÇİN…
İçim acıyor o andan beri…
Ahu’nun; Pazar akşamı saat 18:48’de,
“Gitti, babam gitti!’ diyen çığlığı hala kulağımda…
Gitti…
Çocukluğumuzdan bu yana, birlikte yaşanmış bir hayatın sayısız hatırasını ve artık solmakta olan fotoğraflarını geride bırakarak…
Tam da toprağa verildiği dakikalarda; İzmir’deki bir göz hastanesinin ‘eksi 1’ katındaki ameliyathanesindeydim.
Bu kez Ali Galip’imin sesi kulağımda:
“Merak etme; iyi olur, iyi olur.”
Her zamanki o ‘iflah olmaz’ iyimserliğiyle, yine uzaklardan bir yerden seslenir gibiydi sanki…
Gazi Ali Çavuş’un; hepsi de sayısız başarılara imza atmış doktor torunlarından biriydi.
Ali Galip’imi ne zaman arasam; kendi uzmanlık alanında olmasa da mutlaka bir şeyler söylerdi ve söyledikleri de mutlaka iyi gelirdi.
Başarılı olmuş her doktor gibi; onun da mesleğindeki başarısının en az yarısının; hastalarına moral vermek olduğunu anlamıştım çoktan…
Zamansız kaybından sonra; ondan söz edenlerin hemen hepsinin; ‘her daim’ güler yüzünü vurgulamaları rastlantı olabilir miydi?
Kendi hastalığının nakilden sonraki evrelerinde bile; zaman zaman yaşadığı sorunlar arasında buluştuğumuzda da; güler yüzünü ve iyimserliğini bir an elden bırakmamış; biz ona sarılırken; o bizi teselli etmişti:
“Çok iyiyim, bu da geçer, merak etmeyin!” deyip o güzelim gülümsemesiyle poz vermişti kameraya:
Çocukluğumuz birlikte geçti onunla…
Ben kocaman ve güzel ailemizin; ‘Böyük’, o ise ‘Güççük Ali’siydi. Öyle çağrılırdık hep…
Onların evleri ilk yıllarda yukarı mahalledeydi. Okulun paydos zili çalınca, aşağı mahalleye, İstasyon Caddesi’ne koşturup gelirdi.
Birlikte top kovalar, birlikte kovalamaca ya da bilye oynar, birlikte topaç çevirirdik. Acıkınca Müşerref teyzesinin koca ekmek dilimlerine sürdüğü, üzeri toz şekerli yavan yoğurdun tadına doyum olmazdı.
Yazları Kazlıgöl’de, tren raylarına koyduğumuz gazoz kapaklarını, üzerinden tren geçtikten sonra yarıştırır, daha fazla toplayan o günün galibi olurdu. Kazlıgöl’den (Gazlıgöl mü deseydim…)
geriye kalan tek resimde Ali’m yok… Kim bilir, bir yerde sakladığı gazoz kapaklarını sayıyordur hınzırca….
Akşehir’de, yaz başındaki Nasreddin Hoca şenliklerinde, şehrimizi şenlendiren Mehter Takımı’nın peşinde koşturmak, sonra da hepimize büyülü gelen Mehter’in önünde çömelip poz vermek en büyük ayrıcalığımızdı.
Yine okul tatillerinde, Hafız Mehmet’in ‘Kur’an Kursu’na da beraber giderdik.
Ne garip!
Yolumuzu kısaltmak için mezarlığın içinden geçerdik ve bu bizi hiç korkutmazdı.
Nasreddin Hoca’nın kapısı açık ama yine de üzerinde kocaman bir kilit asılı türbesinin varlığı korkutmak yerine tebessüm ettirirdi.
Şimdi o türbenin yakınlarında bir yerde, toprağa verilirken yağan ‘rahmet’in verdiği huzurla ve o ‘her daim tebessüm eden yüzüyle; sonsuz bir uykudadır Ali’m…
Lise çağında yollarımız ayrıldı. Biz ailece İstanbul’a göç etmek zorunda kalırken; o Akşehir Lisesi’nin sıralarına oturuyor; ben de Heybeliada Deniz Lisesi ve Deniz Harp Okulu’nda, hiç aklımda olmayan bambaşka bir hayata doğru yelken açıyordum.
Harbiye’den mezun olup Savarona’yla ilk kez açık deniz seferime çıkarken, uğurlayanlar arasında o da vardı. Heyecanımı paylaşmak için teyzemlerle birlikte kalkıp Heybeli’ye gelmişlerdi.
Sonra o; Aysel’le mutlu bir evliliğin seferine çıkarken, o uzun yolculuğa uğurlamak ve heyecanını paylaşmak için ben kalkıp gitmiştim Akşehir’deki düğününe…
Yıllar sonra başka güzel şeyler de oldu hayatımızda..
Evlatları evladımız oldu.
Çocuklarıyla çocuklarımızın; Mustafa’yla Candaş’ın; Ahu’yla Ozan’ın kardeşliği aldı bizim kardeşliğimizin yerini…
(Büyük ailemizin öteki ikinci kuşak kuzenleriyle olduğu gibi…)
Ama özellikle Mustafa ve Candaş, -genlerinden belki de-, babalarının kardeşliği kadar yakın oldular yıllarca… Arkadaş oldular, sırdaş oldular.
Evimiz evleriydi.
Ama bir şey daha oldu:
Ali’m, hepinizin bildiği üzere iyi bir Fenerbahçeli’ydi…
Ama her alandaki insani duruşunda olduğu gibi; kelimenin tam anlamıyla ‘İYİ’ bir Fenerbahçeli…
Bu kadar hoş görülü, bu kadar baskılardan uzak bir babalık yaşayınca ve yaşatınca çocuklarının Galatasaraylı oluşunu her zamanki güler yüzüyle izledi.
Mustafa’yla, Ahu’yla; Ali Sami Yen’de maçlara gittik birlikte…
Maç fotoğraflarını paylaştığımda takılırdı:
“Çocukların aklını çeldin, sen yok mu sen!” diye…
“Vallahi bende günah yok, onlar zamanında kendi seçimlerini yapmışlar” der gülüşürdük.
Bazen düşünürüm, herkes Ali Galip gibi ‘İYİ’ bir Fenerbahçeli; ‘İYİ’ bir Galatasaraylı veya; şu ya da bu partili olsa, futbol dünyası da; siyaset dünyası da bir başka olurdu sanki…
Keşke… keşke…
Ahu….
Canımız kızımıza, o melek yavrumuza nasıl bir parantez açmalı bilmem ki…
Hepiniz biliyorsunuz zaten onun babası için yaptığı, ölçülere sığmaz fedakarlığı…
Sevgili ve biricik babacığına uzun ve güzel yıllar armağan etti o…
Belki de çok zaman önce aramızdan ayrılacakken, gerçekten mesut zamanlar yaşadı, ŞAHİDİYİMDİR.
Hiç bir şey boşuna değildi, hiç bir şey…
Birlikte olduğumuzda, sevgili yavrusuna nasıl büyük bir mutlulukla, gururla ve şükran duygularıyla baktığının ŞAHİDİYİMDİR.
O gün toprağa verilirken, sağnak sağnak RAHMET yağmış üzerine…
Ama…
Ali orada mı gerçekten?
Şimdi…
Bu satırları yazarken; o’nu; dilimden, belleğimden, yüreğimden dökülen hatıralara emanet ederken biliyorum işte; hissediyorum; ben yaşadıkça, onu sevenler ve sevdikleri yaşadıkça; o da bu hatıraların emanetinde yaşamaya devam edecek bizimle…
Göz pınarlarınız, göz pınarlarımız ıslandıysa şayet; onu yitirdiğimizden değil hatıralarımız üzerine yağan sağnaktandır belki de, kim bilir?
Kim bilir? (Habere Ait Görseller İçin Tıklayın)