Hafiften bir yağmur başladı. Yağmur yağıyor, nasıl söyleyeyim, ahmakıslatan. Yürüyorum. Soğuk, tatsız tutsuz bir hava. Neyse Bandocu Ahmet‘in bakkal dükkânına varmadan yağmur durdu.
Adımlarımı hızlandırdım. Kılıçların Apartmanının önünden geçtim. Sağ köşedeki dükkândan bu haftanın çıkan bir mizah dergisi ile bir gazete aldım. Gazetelere şöyle bir göz attım. Yalnız ilk sayfalardaki haberler içimi karartmaya yetti. Gazete ile dergiyi ceketimin iç cebine koyarak yürüdüm.
Liseye gidiyorum o yıllar. Seksenli yıllar. O yıllarda da bir arkadaş grubumuz var. Birlikte geziyor, dolaşıyor, birlikte sinemaya gidiyoruz. Akşehir’de şimdi olduğu gibi kahvehaneler fazla. Neredeyse her köşe başında bir kahvehane var. Kahvehane, çok çok olmasına ama temiz güzel bir kahvehane lazım. Çayı, kahvesi içilir, kâğıtları, tavlası oynanır bir kahvehane lazım bize.
Benim bulduğumuz kahve, günü orada öldüren, emekliler kahvesi. Cam kenarına oturup gelip geçenleri sayarak zaman öldürenlerin kahvesi. Yaşlı emektarlar yan yana oturup birbirleriyle geçmişten gelecekten ve bolca siyasetten söz ederler. Akşama kadar aynı laflar, devam eder gider. Bir de akşama kadar gazetelerin tüm sayfalarını, ilanlarına kadar okurlar. Ne yapsınlar? Vakit öldürecekler işte!
Ben bu kahveyi Bulvar’da gezerken buluvermiştim. Arkadaşlara da söyledim. Artık burada toplanıp, buluşmalı, konuşmalı, sohbetler etmeliydik. Şimdi neden bu kahvehane? Bu kahvehanede akşama kadar emekliler oturuyor. Bir çaya öğleni, ikinci çaya akşamı ediyorlar. Tam da bize göre.
O zamanlar Akşehir‘de öyle kahvehaneler de var ki; kahvenin içerisinde bir tv var. Akşama kadar video film oynatıyorlar. İzlediğin her film için en az beş altı tane çay içeceksin. Tam filmin heyecanlı yerinde video durduruluyor. Çay servisi başlıyor. Otuz kişilik kahvenin içi kırk kişi hatta elli kişi olmuş. İçerisi sigara dumanı. Garson bağırıyor. ”Çaylar beyler!!!” Çay servisi bitiyor. Tekrar videonun düğmesine basılıyor. Kahvehane değil sanırsın küçük bir sinema salonu.
Bizim kahvemiz öyle bir kahve değil; çoğunluk emekli, emekli kahvesi. Bu kahvenin müşterileri yaşlılar, öteki müşterileri de gençlerden oluşuyordu. Gençler de dediğim bizim gibi liseliler. Onlar da vakitlerini burada öldürüyordu. Birazcık konuşup oradan da sinemaya, maça gidenler de olmuyor değildi. Bu kahvehanenin bir de arka kapısı vardı bahçeye açılan, herhangi bir baskında da öğrenciler arka kapıdan bahçeye, oradan da sıvışarak kayboluveriyorlardı.
Masalara bir göz attım. Hep emektarlar. Önemli bir konu görüşüyorlarmış gibi oturuyor konuşuyorlardı. Çay ocağından, garsondan bir çay istemeleri var ki sanırsın müdür adamların her biri. Ciddi ciddi gazeteye dalmışlar. Ciddi ciddi tartışmalar. Konuşmalar. Cam kenarında oturanlar da geleni gideni izliyorlardı.
Hele ki masalarının üstü bozuk olsun. Oradan garsona sesleniyorlardı.
“Garson! Garson gel şu masanın örtüsünü düzelt!!
Bir başkası;
“Masanın ayağının altına bir şey sıkıştır, eğri duruyor…”
“Kahve gelmedi.”
“Bak şu sandalyelere, masanın altına sür.…” gibi konuşmalara şahit oldum.
O gün kahveyi yarım saat kadar inceledim. O günün akşamı arkadaşlara rapor verdim. “Tam kahvemizi bulduk arkadaşlar, yeri, yöresi güzel. Şehrin göbeğinde. Bize göre. Çayları mis. Kağıtları yeni tavlası güzel. Müşterileri emekliler. Gençler de geliyor. Tümü emekli değil” dedim,
Biz kahvemizi bulmuştuk. Çayı, kahveyi, gazozu bu kahvede içtik.
Yıllar ne çabuk geçti. Kahve hala yerinde. Arkadaşların çoğu liseden sonra üniversite okudu. Bazıları birkaç üniversite bitirdi. Bazıları okumadı. Hayat işte. Kalan birkaç arkadaş.
Neden sonra girdim kahveye. Bir çay içeyim dedim. Masalarda yine emekliler. En revaçta olan yer de her zamanki gibi kapının ağzındaki masa tutulmuştu. Çektim bir sandalye “Çay!” dedim.
Ne yapmalıydı? Akşama kadar tavla oynayanları, oksijensiz sigara dumanlı pis havayı soluyanları bırakıp sokağa çıktım.
Ezan okunuyordu. Saate baktım. Zaman ne çabuk da geçiyordu. (Akşehir-2023)