Tozdan camlardan içerisi görünmeyen aracımın arka camına kalp çizmişler, “beni yıka” yazmışlar, “Ayşe” yazmışlar “Elif” yazmışlar camın üzerine, sanırım bir çocuk da elini camın üzerine koymuş elini çizmiş. Her yer toz toprak, her yer çamur. Elimdeki çöp poşetini çöp kutusuna atıyorum. İleride çöp tenekelerini karıştıran, altmış yaşlarında birisi şimdi de biraz önce çöp attığım çöp tenekesinin başında. Ardı sıra birkaç köpek de onu takip ediyor, onlara da çöplerden bir şeyler vermekte. Yavaştan çöp tenekesinin yanından uzaklaşıyorum; aracıma bineceğim. Aracıma bineceğim de okul yanında ev. Okulun kapısının önündeki yol boylu boyunca kazılmış, en az otuz santime yakın bir kazılmış yol. Bu yoldan gidemezsin. Gidersen ki arabanın güzelini elde görürsün. Sanayide usta gezersin ne rot kalır ne balans. Bırak arabayı! Yürü! En iyisi yürümek ne kadar köpeklerin toplandığı söylense de kıyıda köşede sanırım pusudalar. Birisi “ hav!” demeye görsün! Ardı sıra birikiveriyorlar. Bir de beni ısırdıkları için! Korkmuyorum desem yalan! Arabayla gidemezsin, dört yolun üçü kazık. Biri açık. Maazallah gece vakit arabanla filan gideyim dersen ya bir çukur doldurur ya bir tümseğe bindirirsin.
Akşehir’de benim Cumartesi günlerimden bir gün işte.
Hafta için yoğun bir tempo içerisinde hatta buna gece -gündüzde diyebilirim, sürekli çalışmaktan, okumaktan, yazmaktan artık beyin de boşta kalamıyor; alışmış çalışmaya, yorgunluğa Tatil günleri bana garip bir sıkıntı gelir, bir iç sıkıntısı. Mutlâka okuyup yazacağım. Cumartesi günlerini bundan sevmiyorum belki de, Cumartesi ve Pazar yazmalarım belki de bundan.
Sokağa çıktım. Yolları sabahın erken saatlerinden bu yana kazan makineler, bir yanları asfaltlayan, bir yanı tozlu topraklı yollarda durmadan çalışan işçiler, güzel günler için. Yine de bir hüzün var, bir sıkıntı, bir çelişki. Daha güzel olamaz mıydı? Bilemedim şimdi.
Alışmışız çalışmaya, yoğunluğa, eller çalışmalı, bilgisayarın tuşlarına öyle basmalı parmaklar, beyin öylesine. Sürekli bir çaba, gayret! Yürüyorum koşu yolunda. Marketlerin önüne bakıyorum, gazeteler henüz gelmemiş, alışkanlık. Sabahtan gazetemi alacağım, alacağım fakat Akşehir’e artık eskisi gibi marketlere gazete gelmez oldu. Marketlerin önünde gazeteler olurdu. Sanırım şu anda 24 Ağustos Bulvarında bir büfe önüne geliyor, gazetemi buradan alıyorum. Onun için artık gazete geldi mi diye de sorasım yok markete.
Yürüyorum, güneş de yavaş yavaş yüzünü göstermeye başlıyor. Yanımdan elektrikli bir bisikletle bir anne çocuğunu okula götürüyor, bu civarda ya Cumhuriyet İlkokulu’na götürüyordur ya Mualla Nigâr Yamaç İlkokulu’na. Sonra bir okul servisi geçiyor yanımdan. Sabahın civcivli zamanları.
Yol bitmiyor, çalışmalar öylesine. Mualla Nigâr Yamaç Okulu’nun arkası öyle, Yarenler Pazarı’na giden yol, Jandarmanın önü, Adliye Binasının arkası… yollar yapım aşamasında… Yapılan yerleri de unutmamak lazım. Eski Pervasız Gazetesi’nin önü, Atatürk Ortaokulu önü… Adliye Binasının önü ve Selçuk Mahallesi önü gibi…
Akşehir’de bir cumartesi günü. Çalışmaya alışmışım, sevmiyorum işsizliği. Boş gezmeyi.
Bir çay ocağına oturdum.
İçimdeki hüznü kederleri paylaşacak bir dost aradım. En yakınlarımızdan bile uzaklaştığımız, derdimizi anlatacak bir dost bulamadığımız, derdimizi kimseciklere söyleyecek bir zaman ararız ya kendimizden başka hüznümüzü yalnızlığımızı paylaşacak kimseyi bulamayız, herkes bizi bırakıverir ya yalnızlığımızla bir Cumartesi gününde, ben de bilgisayarın başına geçer yazarım; anlayan, okuyan olur mu bir Cumartesi gününü ve beni bilemem. (16/11/2024-AKŞEHİR)