İki arkadaşın da haftalık yorgunluğunu atacağı tek gün: Pazar günü.
Süleyman Kel Rüstem‘in Kahvesi’nin önünde Hasan‘ı telefonla arayarak;
“Hasan, diyor, Hasan haydi!”
Hasan;
“Yenilen pehlivan doymadın mı? Yine iki mars bir düz mü olacaksın tavlada?”
Süleyman;
“Zarları tuttun,”
“Zarları tutmadan oynanmaz ki bu oyun.”
“Hadi hadiii! Görüntülüyü açsana. Neredesin göreyim”
“Nasıl açacağım bilmiyorum ki.“
“O zaman fotoğraf çek gönder. Konum at”
Hasan sinirle;
“Bilmiyorum, bilmiyorum, dedim ya.”
Süleyman;
“Sen kim akıllı telefon kim? Akıllım! Konum bilmezsin. Mesaj atmayı bilmezsin. WhatsApp da yoktur sende. E-devlet desen hak getire.”
“Geçen tavlada yenildin ya. Geç bakalım dalganı. Geliyorum, geliyorum bekle sen!”
Sanayi kavşağından ilk gelen dolmuşa el kaldırdı. Dolmuş da harbiden dolmuştu. Kendisine kapının ağzında bir yer buldu. “İlerleyelim beylerrr! Ücretleri vermeyenler versin. Ücretleri vermeyenler var.“ sesi şoförden duyuldu. On dakika kadar minibüsle gitti. Kel Rüstem‘in kahvesine on beş dakika kadar bir uzaklıkta dolmuşlar durağında indi. Şoförden “Son durak beyler, bayanlarrr!” sesi duyuldu; aslında bu kibarca “dolmuşu boşaltın” demekti. İki büklüm bir şekilde önce kafasını tavana çarptı, sonra merdivenlere ayağı takılarak indi; az kalsın düşüyordu.
Kendisinden on, on beş adım önde yürüyen mektepli bir çocuk alanda birkaç tane bulunan dershanelerden birine gidecek. Sol elinde iki test kitabı var. Sağ elini devamlı her adımda havaya doğru sallıyor da sallıyordu.
Hasan:
“Bu ne diyordu. Havaya el sallayan, havayla tokalaşan seksen yaşlarında televizyonda birisini görmüştü. Televizyonlar bu adamın havaya el sallayışlarını, tokalaşmasını, karşısında kimse olmadan konuşmasını gösteriyordu. Adı neydi bu adamın? Şimdi aklına gelmemişti. Acaba bu mektepli de mi bu hastalığa kapılmıştı. Bu mutlaka bir hastalıktı. Yoksa insan durduk yerde neden boşlukla tokalaşsın, boşlukla konuşsundu ki? Bizim memlekette de kendi kendine konuşana maazallah ne denirdi herkes bilmiyor muydu? Yazık bu çocuğa, deli mi ne ?” Diye düşünüyordu.
Takip git gide heyacanlanıyor, Hasan‘ın merakı artıyordu. Kel Rüstem’in kahvesine biraz daha yaklaşıyordu.
Mektepli genç kendinden geçmişçesine yine havaya el sallayarak yürüyordu ki Hasan ‘dan yirmi adım kadar öndeydi. Karşısına otuz yaşlarında uzun boylu, sarışın, sanırsınız ki yeni kuaförden çıkmış, süslü bir bayan çıktı. Mekteplinin üzerine yürüyerek, öyle bir tokat aşk etti ki “şırrakkk!” tokat sesi duyuldu.
Kadın durduğu yerde tepinerek;
“Selammm güzelim!” diyor. Dünkü çocukkkk! Terbiyesizzz! Terbiyesizzz! Aaaa deli mi ne!”
Bu arada parkta oturanlar, çaycısı, garsonları, bakkalı, çırağı, simitçisi, ayakkabı boyacısı derken mekteplinin çevresini sarmışlardı ki Hasan birden yol üzerindeki kitapçıya dalmıştı. N’olur, n’olmazzz. Dünyanın bin türlü hali var. Birkaç dakika içerisinde de kitapçıdan bir gazete alarak çıktı. N’olduysa ortalıkta kimse kalmamış, tokat yiyen talebe yine yola koyulmuştu. Hasan yine merakının kurbanı gencin peşindeydi. Allah Allahhh birkaç dakika içerisinde neler olmuştu? Bu merak onu yiyip bitiriyordu. Kel Rüstem‘in kahvesine de az kalmıştı. Yürüyordu. Bu merak, bu heyecan onu bitirecek gibiydi.
Yakınlarda bulunan birahanelerin birinden bir seksen boylarında kasabanın belalılarından iri kıyım, pos bıyık İdris geliyordu. Kasabadaki lakabı: Bela İdris. Ayık günü olmayan tam bir bela. Tanıyan yolunu değiştiriyor. Öyle bir pislik, mikrop. Yumurta topuk ayakkabı, ceket omzunda, sallana sallana geliyor, Karşısına gelenler yolunu değiştiriyor. Mektepli yine önde, Hasan onun arkasında, karşılarından gelen Bela İdris.
Mektepli yine sağ elini havaya sallaya sallaya gidiyor. Sanırsın ki karşısında birisi var kızıyor, bağırıyor, çağırıyor.
Bela idris;
“Layynnn!!” diye bağırıyor.
Caddede kimse kalmıyor. Hasan olduğu yerde donup kalıyor.
Bela İdris devamla “Sen bana sevgilim mi diyorsun, güzelim mi diyorsun layyynnn!” diye çocuğu tutup havaya bir kaldırıyor ki çocuğun ayağı yerden kesiliyor, Hasan olduğu yerde donup kalmış, bir söz söylemek şöyle dursun olduğu yerde donup kalıyor.
Mektepli;
“Ben ben telefonla konuşuyordum. Bak akıllı telefon. Kulaklıkla sevgilimle konuşuyordum. Bak bak kablolarına” diyordu ki kime diyor, Bela İdris bu, laf mı dinler. İdris mektepliyi yol kenarında bulunan dut ağacının oraya bir savuruyor ki;
“Şu telefonu eline al da öyle konuş. Sevgilinle mi konuşacaksın, güzelinle mi? Kiminle konuşursan konuş…İnsanın yüzüne baka baka sevgilim, güzelim diyorsun…”
Mektepli:
“Tamam tamam bir daha…”
Bela İdris;
“Haaa şöyleee!”
Birkaç kişi Bela İdris‘i tutarak çocuğun yanından ayırdılar,
Bela İdris sarhoş bir ağızla;
“Bu nedir böyle, konuştuğu da bir şey olsa ya. Sanki çok önemli bir şey konuşuyor. İncir çekirdeğini doldurmayan şeyler. Sevgilim, canım, güzelim. Daha neler neler. Saygısız canım bu gençler saygısız. Tamam akıllı telefon güzel, mühim, önemli bir şey ama bu kadar da olmaz ki. Saygısız bunlar.. saygısız…” diyordu.
Bela İdris’i mekteplinin yanından uzaklaştırdılar.
Kel Rüstem‘in kahvesine birkaç adım kalmıştı. Süleyman dışardaki gürültüye kahvenin önüne çıkmıştı. Hasan’ı gördü.
“Nerede kaldın?”
“Anca gelebildim” dedi.
“Bela İdris niye bağırıyordu?” diye sordu.
Hasan;
“Belasını benden bulacaktı. Elimden zor aldılar. Mektepli çocuğa kızıyordu.… Yok telefonla konuşuyormuş, sevgilim, güzelim diyormuş, anlatırım…” dedi.
Birlikte geçen haftanın tavla rövanşını yapmak üzere kahveye girdiler.