Akşehir’e yolu düşen seyyahlardan biri de Fransız seyyah Clement Huart’tır. Huart 1854 yılında Paris’te dünyaya gelmiş, 1927 yılında vefat etmiştir. 1875 yılında Şam Fransız Konsolosluğu’nda tercüman muavini olarak göreve başlamıştır. Burada 20 yıl görev yapmış ve bu zaman zarfında Türkçe başta olmak üzere Arapça ve Farsça dillerini de öğrenmiştir. Huart seyahatini, 1897’de Paris’te “Konia la villa des Derviches Tournuer; Souvennir d’un Voyoge en Assia Minor” adıyla kitaplaştırmıştır.
Seyyah 13 Mayıs 1891 senesinde başladığı seyahatinde, 26 Mayıs 1891 tarihinde Akşehir’e ulaşmış ve Akşehir ile ilgili şunları yazmıştır:
“Sultan Dağı’na keyifle yaslanmış tepelerden inen suları ile yıkanan bir şehir. Sokaklardan dereler akıyor. (70’li ve 80 yıllarda bugünkü adı ile Şirin Irmak Sokakta bile su akmakta idi. D.S.) Girişte antik kalıntılarla inşa edilmiş Arap stilinde Taş Medrese dikkatimizi çekiyor. Yanılmamışız… Okuduğumuz yazılar bize I. İzzeddin Keykuvas devrine ait bir yapının önünde bulunduğumu haber veriyordu. Medresenin durumu pek iç açıcı değildi. İçeride antik sütün başlıkları mermer direklere kaide olmuştu, içlerinden bir tanesi oldukça garipti. Üzerinde kabartma bir bereket boynuzu taşıyordu. Harabe halinde eski bir türbenin duvarında nefis bir yazı gördük…
Şehrin yukarı mahallelerine çıkarken küçük sokakların ortasında tatlı şarıltılarla akan suların sesini dinliyorduk. Seyyid Mahmud Hayrani’ye ait olduğu söylenilen bir türbe değişik şekli ile dikkatimizi çekti. Yola çıktığımızdan bu yana ilk defa sekizgen tabanlı piramit şeklinde bir kubbeye rastlıyorduk. Bu cins yapıları daha sonra Likya bölgesinde pek sık görecek Konya ve Ilgın’da yakından inceleyecektik. Buradaki türbe, detaylarına inerek incelemeyi gerektiriyordu. Cümle kapısını geçtikten sonra sağımızda bir cami gördük. Şüphesiz pek çok değişikliğe uğramış olan bu yapının üzerinde Alaeddin Keykubad devrine ait Arapça bir kitabe bulunuyordu. (seyyah burada Ferruhşah Mescidini anlatmaktadır. D.S.) İkinci kapıyı aştıktan sonra sekiz parçalı piramit kubbe ile örtülü türbenin içine giriliyordu. Giriş kapısının üzerindeki kitabeyi sökmek oldukça zordu. Lakin okuyabildiğimiz bazı kelimelerden bunun yanlışlıkla Seyyid Mahmud’a atfedildiğini, türbenin aslında Seyyid Muhiyiddin’e ait olduğunu çabucak keşfettik. (seyyah burada kitabeyi net okuyamadığı için büyük bir yanılgıya düşmüştür, kitabede Seyyid Mahmud Hayrani’nin torunlarından olan Seyyid Muhiyiddin tarafından 1409 yılında tamir ettirildiği yazmaktadır. D.S.) Bu zat Seyyid Mahmud’un torununun oğluydu. Türbe kitabelerinden anlaşıldığı üzere 1409 senesinde tamir edilmişti. Kubbenin içi, burada evvelce yer alan renkli tuğla süslerin artıklarını taşıyordu. Bunlardan birisinin üzerinde ustasının adını görünce sevindik: Musullu Abdullah bin Ahmet. Sanatını göstermek için belki de İran’dan yola çıkmış, buralara kadar gelmişti. İran tesiri altındaki Konya sarayında fazlası ile itibar görebilirdi.”
Huart’ın Nasreddin Hoca Türbesi ile ilgili izlenimleri
Fransız seyyah, Seyyid Mahmud Hayrani türbesini gezip inceledikten sonra Nasreddin Hoca Türbesine de uğramıştır. Seyyah, Hocanın türbesi ile ilgili şunları yazmıştır:
“Nasreddin Hoca Türbesini ziyaret etmek istiyorduk. Biliyorduk ki dünyanın en garip lakırtılarını söyleyen, acayip işler işleyen, ünlü Nasreddin Hoca Akşehir’de yatmaktadır. Gariplikler üstadının türbesi, Müslüman mezarlığının ortasından yükseliyordu. Türbe; etrafı açık ve tahta parmaklıklar ile çevrilmişti. Orta yerde basit bir Müslüman mezarı yer alıyordu. Üzerindeki yazıdan şunu okuduk: Bu mezarda merhum ve mağfur Nasreddin Hoca yatıyor ruhuna Fatiha 386”